Ali Rıza Binboğa’nın hayatında Türkiye’nin 70 yılı
Ekonomi, maliye, vergi, muhasebe… Yıllardır bu konuların içinde yazıyor, okuyor, düşünüyorum. Soğuk, katı ve rakamlarla örülü bir dünyanın dili bu. Ama bu hafta elime geçen bir kitap beni başka bir dünyanın sıcaklığına götürdü. Ali Rıza Binboğa’nın “Yarınlar Bizim” adlı otobiyografisi, yalnız bir hayat hikâyesi değil; bir ülkenin 1950’lerden bugüne yürüyüşünü, bir toplumun dönüşüm sancılarını anlatıyor.
Kitabın ilk sayfalarında, sarı ineğin doğumundan iki gün sonra dünyaya gelen ve bu ineğin sütanneliği yaptığı bir köy çocuğu var. Sıcak bir Anadolu sabahı değil; sert rüzgârların, taşın toprağın insanla inatlaştığı bir köyün sabahı. Bu sahne beni derinden etkiledi.
Çünkü ben de benzer bir hikâyenin içinden geldim. Benim doğduğum gün, atımız doğum yapmış. Yıllar sonra bana bu anıyı anlatırlarken, bir de eşeğimizin aynı gün doğum yaptığını, hangisine koşacaklarını
bilemediklerini söyleyip beni kızdırmaya çalışırlardı. Doğrusu başarırlardı. Şimdi dönüp bakınca, o şakayı hatırlamak bile yüzümde bir tebessüm bırakıyor. Köy çocuğunun kaderinde bu hikâyeler hep vardır: hem mizah hem hüzün.
Ali Rıza Binboğa’nın çocukluğu türküyle yoğrulmuş. Radyosu sadece öğretmende olan bir köyde,
duvarın dibinde oturmuş, öğretmeninin penceresi altından türkü dinleyen bir çocuk düşünün. Çoban dönüşü, Binboğa Dağları’na sesini veriyor, türkü yankılanarak köye dönüyor. İşte orada başlıyor sanat. İmkanın olmadığı yerde içten gelen sesle, yoksulluğun içinden doğan estetikle.
Beş yaşında, “kayıt dışı” olarak okula gidiyor. Defteri, kitabı yok. Ama bir türkü söylüyor, arkadaşları defterlerinden birer yaprak koparıp ona veriyor. Annesi o yaprakları dikip defter yapıyor. İlk defterini emeğiyle, sesiyle kazanıyor. O defter aslında bir hayatın ilk sermayesi oluyor.
KÖY ENSTİTÜSÜ GELENEĞİ
Ali Rıza Binboğa’nın öğretmen okulu sınavını kazandığı gün öyle bir tasvir ediyor ki, insanın içi yanıyor. O gözyaşlarında hem gurur hem minnettarlık hem de kaderle bir hesaplaşma var.
Binboğa’nın hikâyesinde en çok dikkatimi çeken şey, öğretmenlerin rolü. Her biri onun kaderine dokunmuş. Hüseyin Şimşek’le başlayan o eğitim zinciri, Pazarören Öğretmen Okulu’nda biçim alıyor. Köy Enstitüsü geleneğinin disiplinli, ama ufuk açıcı atmosferi… İşte bu ülkenin gerçek kalkınma hikâyesi burada gizli.
Yoksul köy çocuklarının kamu kaynaklarıyla okutulduğu, müziğe, sanata, mesleğe, bilime yönlendirildiği o dönemlerde. Pazarören Öğretmen Okulu Müdürü Tahsin Özgüç, ona şu sözleri söyler:
“Senin ayrı bir özelliğin var, yarışmaktan korkmuyorsun. Yarışın sonucu seni ilgilendirmiyor, sadece yarışın içinde olmak istiyorsun. Bu, hayatın boyunca seni ayakta tutacak”
Bu söz, Binboğa’nın tüm yaşam felsefesinin temeli olur. Köy Enstitüsü geleneğiyle yetişen öğretmenleri sayesinde yalnız akademik değil, insani ve sanatsal bir donanım kazanır.
İSTANBUL VE ÇALKANTILI YILLAR
İstanbul’a gelişiyle birlikte yeni bir dönem başlar. Önce Yüksek Öğretmen Okulu, sonra İTÜ Elektrik Fakültesi öğrencisidir.
Bu yıllar, aynı zamanda Türkiye’nin çalkantılı yıllarıdır.
Dönemin öğrenci liderlerini tasvir eder, onlarla birlikte öğrenci hareketlerinin içindedir: 6. Filo’ya karşı eylemler, Kanlı Pazar. 12 Mart 1971 muhtırasının tanığı olur.
Bu dönemlerde sanat, onun için bir kaçış değil; yokluklara ve zorluklara direnmenin bir biçimidir.
Bir gün kritik önemdeki bir sınava giremeyince ruh halini kağıda döker. “Yarınlar Bizim” adlı şarkıyı yazar ve aynı anda besteler; sınıfta arkadaşlarıyla okur.
Bu şarkı kısa sürede fakülte koridorlarına yayılır. Aradan dört yıl geçmiştir; arkadaşları gibi Binboğa’da mezun olmuş, işinde gücünde bir mühendistir.
Bir okul arkadaşı TRT’nin Eurovision yarışmasına başvurmasını söyler, süre yetersizdir, son anda başvurur; halk oylamasında açık ara birinci olur, fakat jüri tarafından sonuncu seçilir.
Buna rağmen Türkiye’nin gündemine oturur. “Yarınlar Bizim” artık bir şarkı değil, bir kuşağın umudu olmuştur.
IŞIK SAÇAN VE UFUK AÇAN ÖĞRETMENLER
Öğretmen Okulu, Yüksek Öğretmen Okulu ve İTÜ boyunca hep sanatla iç içedir.
Prof. Bedri Karafakioğlu, Cenan Akın, Muammer Sun, Saadet İkesus Altan, Saip Egüz gibi hocalardan ders alır.
Genco Erkal, Mehmet Akan, Arif Güzelbeyoğlu ile Dostlar Tiyatrosu çevresinde tiyatroya yaklaşır; Ruhi Su’dan türkü yorumculuğunu, Şerif Yüzbaşıoğlu’ndan sahne disiplinini öğrenir.
Piyano hocası Nurhan Büyükgönenç’tir.
Muammer Sun’un şu sözleri, Binboğa’nın müzikal kimliğini mühürler:
“Besteleme yeteneği var sende, sen aslında bestecisin”
Öğretmenim türküsü, ilk öğretmeninde başlayarak tüm öğretmenlerine bir minnet borcunun ödenmesidir.
Öğretmen kutsaldır ana gibi
Öğretmen kutsaldır baba gibi
Öpülesi elleri var
Şirin tatlı dilleri var
ENTELEKTÜEL TEVAZU
Muammer Sun’la geçen bir başka diyalog, yalnızca dönemin ideolojik atmosferini değil aynı zamanda Ali Rıza Binboğa’nın kendini iğneleyebilme cesaretini ve entelektüel tevazusunu da gösterir:
Binboğa: “Hocam, alt yapı kurumları değişmeden üst yapı kurumları değişmez”
Muammer Sun: “Papağan gibi konuşup durma, nereden varıyorsun böyle bir hükme?”
Binboğa: “Diyalektik materyalizm bunu gerektirir”
Muammer Sun: “Anlat bana, diyalektik materyalizm nedir desem, anlatamazsın. (…) Düşün taşın, yarın gene konuşuruz”
Muammer Sun’un sözleri, onu sorgulamanın ve öğrenmenin sonsuz sürecine götürür.
12 EYLÜL VE SUSKUNLUK
12 Eylül 1980, Türkiye’de birçok sanatçının sesini susturur.
Ali Rıza Binboğa da o gece sahneden iner inmez sivil polislerce alıkonur.
Gazino dünyasında Edip Akbayram, Barış Manço, Cem Karaca gibi isimlerle birlikte ilk sahne yasağına uğrayanlardan biri olur.
O günleri anlatırken “nefes kesici bir hayatın kesintiye uğradığı”nı söyler.
Ticarete yönelir, çocukluğunun mesleğine bu kez tavukçuluğa döner ama tavuk çobanlığı bile ona sanatı özletir. Sanat damarını koparamaz; geri döner.
MESAM, ÇATIŞMALAR VE YENİDEN DOĞUŞ
Binboğa daha sonra MESAM başkanlığına gelir.
Bu dönem, sanat örgütlenmesinin en tartışmalı yıllarıdır.
Orhan Gencebay, Arif Sağ, Erol Sayan, Alaeddin Yavaşça, Turan Taşan, Bilge Özgen, Erdal Erzincan, Tolga Sağ, Emre Saltuk gibi isimlerle fikir ayrılıkları, estetik ve etik çatışmalar yaşar.
Bu çatışmalar, sanat dünyasının aynası gibidir: kişisel değil, ideolojik ve kültürel ayrışmaların tezahürüdür.
Kültür bakanları İstemihan Talay, Ertuğrul Günay, Atilla Koç, Erkan Mumcu, Hüseyin Çelik, Mahir Ünal ayrıca Adalet Bakanı Cemil Çiçek ile yürüttüğü çalışmalar, sanatın devlet politikasıyla ilişkisini göstermesi açısından önemlidir.
BİR VİCDAN SESİ
Ali Rıza Binboğa’nın hayatı, bir köy çocuğunun Binboğa dağlarından yankılanan sesinin, ülkenin toplumsal vicdanına dönüşme hikâyesidir.
Her defter yaprağını emeğiyle kazanan, her şarkısını acıyla mayalayan bu sanatçının hikayesi, II. Dünya Savaşı sonrası yokluk döneminden başlayarak Türkiye’nin kültürel hafızasına işlenmiş bir insanlık öyküsüdür.
Binboğa’nın kişisel yolculuğu, bir ülkenin ekonomik ve kültürel kalkınma serüveninin aynası gibidir; Türkiye’nin 1960 sonrası toplumsal dönüşümünü ve sınıf hareketliliğini yansıtır.
Bu kitap, sadece bir sanatçının değil, bir kuşağın otobiyografisi. Binboğa’nın türküleri gibi sade ama derin. Mütevazı bir hayatın içinden yükselen bir vicdan sesi gibi.



YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.