1. YAZARLAR

  2. Mustafa CAN

  3. Yürüyen adam
Mustafa CAN

Mustafa CAN

Platform
Yazarın Tüm Yazıları >

Yürüyen adam

A+A-

“Şeyin veya nesnelerin ne kadarını gördüğünüzü değil de baktığınızda ne kadarını algıladığınızı söyleyecek olsanız, o cevabınız, sizi karşınızdaki soruyu sorana tanıtır.”

Sırılsıklam olduğum ve unutamadığım tatil günü sonrasından bahsediyorum. Bundan dolayı o zaman diliminde, yağmurun ne kadar da benim hoşuma gittiğinin bir yönünü keşfetmiştim. O an bana zevkin hasını tattırmıştı ve yağmurlu havalar kapalı veya üstü örtülü yerde pineklemek değildi artık benim için. Böylelikle yağmurun yağması ve yağmurun yağması esnasında yürümek bende sevince ve zevke eş, değer kazanmıştı benim nezdimde.

Kendime kızdım, sakinleşmeye çalıştımsa da beceremedim. Kızgınlık nasıl olmuştu, diye soracaklar olur aranızda. Durun daha acele etmeyin, söyleyeceğim. Acele edinişinizi anlasam da sırası gelmeden söylenecekler kaos yaratır, sistemi bozar, anlaşılmayan duruma düşerim. İşte o zaman beni hiç dinlemez olursunuz. Aranızda az mıdır, çok mudur, söyleyeceklerimi dinlemese de olanlar olabilir. Öyleleri olsa da çoğunluğu ve azınlığı düşünmeden, niçin kızgın olduğumu anlatacağım.

Yine kitaplar. Yine dergiler. Batı’dan Doğu’dan yazılar. Bizden yazılar. Kitaplar, gerçek bir kavgacı, uyarıcı, aydınlatıcı, karartıcı, uyuşturucu, dostluk kurucu ve de dostlardan uzaklaştırıcı oluşlarını onları okudukça anlamaya başladım. Bir başlayınca da bırakmak kolay olmuyor. Tıpkı sevdiğini koynunda saklamak için ayrılışı düşünmüyorsun, sevmediklerini de kavga etmek için yanında tutuyorsun. Kavgacı kitaplar, son zamanlarda öyle çoğaldı ki, bana uykumu haram ettiler. Gece yarılarına ayakta veya masa başında oturarak uyanık, yatakta da rüyalarımı basmaya başladılar.

David Le Breton’un “Yüz Üzerine Antropolojik Bir Deneme” kitabının arasında kaldım. Yüzlerin, yani canlılardaki gözünüze ilk görünen veya görünmesini istediğiniz tarafın üzerine çalışmasına ulaştım. Yüz, insandaki yüz, insanın yüzü üzerine yoğunlaşmak istedim. Bu beni çekti kendine. Yüzleri okumak, anlamak ve yorumlamak istediğim için daldım sayfaların arasına. İşte o zaman kızmak için şartlar oluştu. Yavaş yavaş bir sıkıntı, korku sardı beni. Anlama gayretim zayıfladı, kendime güvensizlik gelme durumunda kaldım.

Ne demiştim? Kızdım kendime. Bilgimin derinliğinden de şüphe ettim. Çok bir şey değil, şeklinde düşünmeye nasıl bir engel olur, kitap okumak derken, şimdi ise, yüz hakkında bilmediğim bildiklerimin yanında matematik dört işlemini perişan edecek kadar karışık. Orantıya vurduğumda da sayılar yetersiz kalınca kızdım. Masa kovdu beni. Bana hazırlanan çayı ret ettim. Zaten soğumuş çay yanımda, masamda duruyordu, Ondan da bir yudumcuk olsun içmedim. Çıktım dışarı. Dar geldi ev, dar geldi çalışma odam.

Gece uyumadığımdan, düşünme ve dikkat özelliğim de benden uzaklaşmıştı. Ayakta çorabın olmadığını sahile inince anladım. Ara sokaklardan, ana caddelere ve oradan da sahile indim. Yürüdüm. Yürüdüm. Yürüdüm. Alışılmış tarafım var ya benim. Herkesin vardır bir yanı, alışıp alışkanlığının kendini sarmaşık gibi sarmasına benzer, bırakmaz. Yahut yılanın kurbağayı yutacağı zamandaki ağzındaki sıkıştırmasına benzer. Bırakmaz, ta ki yutuncaya kadar. Beni işte bu alışkanlığım sardı ve sarmaladı. Yürüyüş isteği çekti aldı kendine.

İki şey arasında sıkışık vaziyette yürümekteyim. Deniz ve sahildeki zengin villaları. Kaç kilometre yürüdüm bilmiyorum. Kasabanın bir tarafını bitirmişim, sahili dolaşmak adına değil, kendime kızıp kaybettiğim tarafımı bulmak adına yürümüşüm. Kendi kızgınlığımdan başkası yoktu yanımda. O okuduklarım da yoktu. Niçin kızdığımı, neye kızdığımı da bilmiyordum. Yürüyen adam olup çıkmıştım. Dışa yansıyor muydu bu, yüzüme bakıp anlayan var mıydı?

Dolambaçlı bir yerde durdum. Şehir uzağı bir yer. Üç yerdeki manzarayı sevdiğim aklıma geldi. Sahil olmalıydı bulunduğum yer. Ovada olmalıydım, ufuklara aynı hizadan bakmak için. Bir de dağ başında olmalıydım. Kayalar olmalı. Ağaçlık veya kayalık olması fark etmez. Tepelere tırmandığımda zenginleşen tarafım beni teşvik ederdi. Tırmanır da tırmanırdım. Sonra da aşağıya doğru kıvrımlı yollardan inmek ne kadar da sevinç doldururdu yüreğime.

Denize döndüm. Kenardaki kayalık bitip az da olsa kumlu bir yere ulaşınca ayakları suya, deniz suyuna değdirmek geldi içimden. Yaklaştım tam kıyıya. Güneş vardı. Rüzgâr vardı, ama hafif. Bir gün önce yağmur yağmıştı hatırladığım kadarıyla. Ayakkabıyı çıkarırken, fark ettim ki, çorapsızım. Kızgınlığımın derecesini anlamak için ilk işaretti. Elimde kitap tam okuduğum sayfasıyla tutulu vaziyette duruyordu. Sağ elimi, nedendir bilmem, cebime götürdüm bom boştu. Cüzdanım da yoktu. Çayevinde bir bardak çay içmek istesem de, param yoktu.

Suya değdirdim ayaklarımı gezindirmeye başladığımda elimdeki kitabı hâlâ elimde tutar buldum kendimi. Geri çekildim. Önce dikkatlice bir yer aradım oraya kitabı yerleştirdim sonra pantolonumu çıkardım. Kimsenin olmadığı yer, müsait olan kıyının dalgasız denizinde dizlerime kadar suya girdim. Kumlu zemin ayaklarımın altında tuhaf bir yürüme hissi veriyordu.

Deniz balıklarına, medüzlere, karamekeler, martılara, kargalara ve diğer uçar ve yüzerlere baktım durdum. Kızgın adamın içi yumuşamıştı. Geriye dönüş, yani hem dışa bağlı ve hem de içe bağlı hedefine yürüyebilirdi. Kendimde olana geri dönüş. Öfke bölüyor insanı. Yarıyor ve parçalıyor. Parçaların arkasına düşen yanımız bizi kızgın hale getiriyor. Kitapların arasında yaşamakta olan tarafım beni kızdırmıştı.

Anlamak için bilmek, bilmek için okumak ve araştırmak gerekmiyor mu? Kavgacı kitaplara bulaşan yanım, yani aklım bir zaman sonra kavganın gerekli olduğunu anlıyor. Yazarın dünyasından, düşünce akımı, hayal perdelerinin çok katlı açılışı ve insani karakterlerin yayılışına kaptırıyorum kendimi.

Adımlarımı geriye dönüş yoluna attığımda, akşamın ilk saatlerine ait hava öyle bir manzaraya büründü ki, tarifsiz. Gökyüzü görünmeye değer bir görünüşe, yürüdüğüm yol alaca karanlığa dönmüştü. Açık kitabı kapatmasını unuttuğumu söylemiştim, biliyorsunuz. Yine öyle kıvrımlı haliyle tutar oluşumu söylersem, önce kızgın tarafıma suç atabilirdim, şimdi de kendimden geçmiş halimi suçlamak yerinde olacak.

Sayfa ikiyüzyirmidört. Başlı numaralı. 6. Bölüm. Başlık: Yüzün Gizlenmesi. Kapattım. Öğrencilik yıllarımda yaptığım gibi kitabı pantolonumun önüne, karın boşluğuna doğru yerleştirdim. Özel olarak su dökülmezse ıslanıp zarar görmez ve bir de yürürken elimi serbestçe sallamam mümkün olacaktı.

Yolu ve denizi göz hapsine alarak epeyce yürüdüm. Bir noktadan sonra sahil evleri ile deniz arasında yürümekteydim. Çok aydınlığı olmayan, yol ışıklarının da olmadığı yerde kör ışıklı yolcu durumundaydım.

Hava bulutların esi olunca, hem akşamın geceye evrilmesi hem de bulutların karanlığının artırması, şimşekli bir aydınlanmayla da yağmurun habercisi olduğunu gösterdi. Eve varışımı saate göre ölçmem imkânsızdı. Ne kadar sürecekti yol? Yürüyen adam kızgınlığını kovmuştu. Sonrasında iç rahatlığa kavuşmuştu. Yaz mevsimi yağmuruna da yakalanmasına ses çıkarmadan, tek korkusu da kitabın ıslanması olarak yürümeye devam ediyor, yorgunluğu düşünmüyor, yağmurun yağışına aldırış etmiyordu.  

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
6 Yorum