1. YAZARLAR

  2. Zeynel KOZANOĞLU

  3. ALTMIŞ YILDIR HAYAT ARKADAŞIM...
Zeynel KOZANOĞLU

Zeynel KOZANOĞLU

Ortak Ses
Yazarın Tüm Yazıları >

ALTMIŞ YILDIR HAYAT ARKADAŞIM...

A+A-

Bugün bir konuğum var: Hayriye Araçlı Kozanoğlu. Benim Hayruş’um.  Yıllar önce bir 13 Ekim akşamında eve yorgun argın döndüğümde çocuklarım sormuştu: “Babacığım, 13 Ekim sana neyi hatırlatıyor?” demişti. Ben de onların kaş göz işaretlerine anlam vermeyi beklemeden “Ankara’nın başkent oluşu...” demişim.

Bu yanıtıma en çok Hayruş’um gülmüştü.

Evlendiğimizden bu yana tam altmış kez 13 Ekim geçti. Bu gün bizim evlilikte altmışıncı yılımız doluyor. Siz ne düşünürsünüz bilemem ama, günümüz koşullarına göre olağan dışı bir durum. Günümüzde altmış gün bile sürmeyen evlilikler görüyoruz. Öyle değil mi?

Bu yazımla okurlarıma Hayruş’u anlatmaya çalışacağım.

Amacım ondan yakınmak mı? Elbette hayır...  Ne var da ne yakınacağım? Onu övmek mi? Ona da gerek yok. Ankara’da büyüdüğü halde “Sıradan bir köy muallimi” ne, yani ki bana  gönlünü kaptırıp benim peşimden elektriksiz, odunsuz, kömürsüz, kiremitsiz bir köye gelin geldiğini biliyorsak ayrıca övücü lafa ne gerek var. Hayruş’u köyde sobaya sığdıramadığı tezekleri dizinde kırmaya çalışırken görseydiniz gözleriniz yaşarırdı. O gülüyordu.

1956 yılında benim öğretmen olarak çalıştığım köyde okulun dışında hiç bir binanın üstünde kiremit yoktu. Ve iki bin nüfuslu köyde Türkçe konuşan kadın sayısı da bir elin parmakları kadardı. Hayruş’un gözü o yıllarda benden başkasını görmediği için zavallım, aslında bir açık cezaevine düştüğünün farkına varamadı. Kısa zamanda da mesleği bırakıp Ankara’ya döndük. Öğretmenlikte kalamadık. Ankara’da gazeteci olma yolu göründü. Gün oldu, geceleri çalıştım, Hayruş “Gündüzler çuvala mı girdi?” demedi. Askeliğimi öğretmen olarak yapmak kapısı açıldı. “Hayatım, Gelibolu’ya gidiyoruz” dedim. “Daha yakın bir yer yok muydu?” demedi. Askerliğim bitti, Ankara’ya döndük. İki yıl sonra “Ekmeğimiz İzmir’de yazılmış, İzmir’e gidiyoruz” dedim. “Hay hay...” dedi.

İzmir’de yirmi yıla yakın oturduk. Günün birinde dizimin dibine oturttum. “Bak hayatım” dedim. “Şimdilerde geçim sıkıntımız yok. Ancak durum kötüye gidiyor. Ben Daninarka’ya gidip orada bir şans arayayım. Sen çocukların başında benim yolumu bekle” dedim.

Ne dese beğenirsiniz? “Peki canım...”  dedi. Ve arkam sıra ağlamadı bile.

Biliyordu ki, Danimarka’da bana sahip çıkacak yakınlarımız vardı. Onlar bana sahip çıkarlardı. Bir de bende hile hurda yoktu. Ben bir takım ciğersizlerin uydurduğu gibi çoluk çocuğumu yüz üstü bırakıp Avrupa’ya kaçmak gibi bir yamukluğun adamı olamazdım. Yine de böyle söylentilerden etkilenmesini önlemek üzere ben de üstüme düşeni yaptım.

Birbirimizden ayrı kaldığımız bir yılı aşkın süre boyunca Hayruş’a Kopenhag’tan her gün üç kez telefon ettim. Komşuya gitmişse, komşuda buldum. Ve hatırını sordum. Gönlünü aldım. Bir ihtiyacı olup olmadığını sordum. Bana hiç yakınmadı.

Şimdi  otuz yılı aşkın süredir Kopenhagtayız. “Hadi Türkiye’ye” diyorum. Koşa koşa Türkiye’ye gidiyoruz. Kopenhag’a dönerken ayaklarımızı sürüye sürüye dönüyoruz. Üç beş ay orada, üç beş ay burada günler geçip gidiyor. Övünmek gibi olmasın, bir iki gün önce Danimarka kraliçesinden bir mektup aldık. Evlilikte altmışıncı yılı doldurduk ya, “Dronning Margreth den Anden”  bizi yürekten kutladığını bildiriyor. Sağ olsun, ömrü uzun olsun. Türkiye’ye göre bir mucize bu. Örneğini vereyim. Ben 1967 yılında Türkiye çapında açılmış roman yarışmasında birinci gelmiştim. Topu topu yüz yirmi kişinin çalıştığı kendi ekmek kapım Anadolu Ajansının Genel Müdürü bir tebrik mektubu bile yollamamıştı.

Devam ediyorum. Bu arada bir mektup da oturduğumuz beldenin Belediye Başkanı Ole Bjørstorp’tan aldık. Bir delikanlı ile elden yollamış. Bir buket çiçekle birlikte 150 Kronluk da bir hediye çeki eklemiş. Zahmet etmişsiniz, sevgili Kraliçemiz ve sevgili başkanımız!.. Bizi böyle insanca yaklaşımlara bilerek mi alıştırıyosunuz?

 

Aslında birbirinden pırlanta üç kızımızdan Filiz, Nurhan ve Beyhan’dan laf açacaktım. Yedi torunumuzla sözüme devam edecektim. Bundan başka, Hayruş’un atom karınca gibi bir hareketliliğe sahip olduğunu yazacaktım.

Bulunduğu ortamda kimseye iş bırakmadığını söyleyecektim. Afgan asıllı gelinimizin öğrendiği ilk Türkçe sözün “Anne anne sen otur” olduğunu haber verecektim.

Öyle ki, altmış yıldır bir tek sabah yumurtamı soyma hüriyetimi onun yüzünden kullanamadığımdan yakınacaktım. Yine bu altmış yıldır kendime bir çift çorap, bir mendil bile satın almama fırsat bulamadığımı bildirecektim.  Hayruş’un hayatı boyunca hiç kimseyle kavga etmediğini, hatta kimseyle atışmadığını, tartışmadığını dile getirecektim.

Aramızda sürekli aktara aktara artık kendi çapımızda klasikleşmiş “şaka” larımızdan söz edecektim. Yazımız pek uzadı ama, bir olayı burada okurlarıma sunmasam içim rahat etmeyecek.

Otuz yıldan ötelerde bir gün Hayruş’um bir nikâha davetlidir. Ben o zaman Danimarka’dayım. Güneş Gazetesinde çalıştığım sırada elinden tutmaya çalıştığım görme özürlü bir kızımız evlenmektedir. Hayruş kızı ilk kez orada görecektir.

Hayruş erkenden bekleme salonuna ulaşır. Orada başkaca tanıdığımız görme özürlü kızlarımız da vardır. Onlarla selamlaşır. Geçip bir köşeye oturur. Az sonra millet nikâh salonuna geçerken Hayruş da girer, geline “Yavrum ben Hayiye ablanım” der. Gelin Hanım oralı olmaz.

Hayruşum onun heyecanına verir. Nikâhtan çıkışta yakasına bin lira takar. Kulağına  ‘Zeynel ağabeyin selam etti” der. Kız yine kayıtsızdır. Hayruş dışarı çıkınca bakar ki, bizim görme özürlü yakınlarımız oracıkta oturuyorlar. “Hay Allah nikâhı kaçırdınız” diye seslenir.

Onlar “Hayriye abla, bizim nikâha henüz sıra gelmedi” diye yanıt verirler. O sırada da söz konusu gelin görünür. Görme özürlü değildir.

Bu konuyu aramızda şakalaşarak her dile getirişimizde “temiz kalpli, güzel insan”  Hayruş’umun tepkisi hep şu olmuştur: “Allahın hikmeti işte. Demek ki, o fakirlere yardım edecekti, beni aracı kıldı. Verdiğim para helal olsun o gençlere. Kızın bana karşı kayıtsızlığından kuşkulanmışım zaten...”

Meğer Hayruş’un davetli olduğu nikâh bir sonraki imiş. Kızımıza da bin lira takmış elbet.

Şaka bir yana Hayruş böyle bir yazı ile anlatılması imkânsız biridir. Ve hayatımda bana piyango vurmadığından, yolda izde bir ayakkabı kutusu dolusu para bulmadığımdan, niye zengin olamadığımdan hiç yakınmadım. Yakınsam yüce Rabbimin “Sana Hayruş’u yazdım ya, daha ne istiyorsun?” diyeceğinden korktum. Şükür sana Allahım. Teşekkür sana Hayruş’um..

thumbnail_hayrus%204[2].jpg

hayrus-1.jpg

thumbnail_hayrus%207[1].jpg

thumbnail_hayrus%202---kopya.jpg

thumbnail_hayrus%202-001.jpg

thumbnail_hayrus%203---kopya.jpg

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
2 Yorum