Zinem = Veresiye defteri

Nazım PEKER

Zimem, veresiye defteri demektir. Osmanlı döneminde bakkallara borçlar yapılır. Bu borçlar, harmanda ödenirdi.

Zaman zaman bu borçları ödeyemeyen fakirler de olurdu.

Yine o dönemde, bazı zenginler bakkala gelir, “Şu zinem defterini aç bakalım.” der ve maddi durumuna göre; “Baştan ya da sondan, ortadan yirmi kişinin borcunu kapatıyorum.” der ve kapatırdı.

Bu borç kapatmalar zenginliğin derecesine göre değişiklik de gösterirdi. Kimi zenginler; “Ben senin hesap defterini satın alıyorum” diyerek bütün borçları kapattığı da olurdu.

Bu ödemelerde; ödeyen, kimlerin borcunu ödediğini asla bilmezdi. Keza borçlu da kimin kendi borcunu ödediğini bilemezdi.

Böylece ne zenginde GURUR ne fakirde MİNNET-UTANGAÇLIK duygusu olmazdı.

Bu, hoş bir gelenekti.

Bunun gibi olaylar, kahvehanelerde de yaşanırdı. Kahveye giren yoksul, ocağa “Bana bir kahve askıdan olsun” der. Kahve gelir içilir ve parası ödenmeden gidilirdi.

Bunun kaynağı da; kahveye gelen zenginlerin paralarını öderken, “Şu, içilen beş kahvenin şu da askıya.” diyerek fazla ödeyenlerdendi.

Buna benzer bir başka uygulamada, fırınlarda olurdu. Varsıl insanlar, fırından ekmeklerini alırken üç-beş ekmek parası fazla öderlerdi. Bu parayı alan fırıncı, para kadar ekmeği bir keseye koyarak askıya asardı. Yoksul birisi fırına gelir ve ihtiyacı kadar ekmeği askıdan alıp evine dönerdi. (Yeni bir gelenek değil. Kimse ABD’yi keşfe kalkmasın, askıda ekmek projesi diye de hava basmasın)

Bütün bunlarda ne parayı veren, kime verdiğini, nede faydalanan, kimden faydalandığını asla bilmezlerdi.

O devrin gönlü bol, kibar ve nazik insanları bu inceliği; şöhret olsun diye yapmazlardı. Allah rızası için yaparlardı.

Günümüzde öyle mi ya?

İftar çadırları kurulur. Kapısına kocaman harflerle , “Bugün filandan” diye de bir tabela asılır.

Camiye gidilir, televizyonlar, gazeteler manşet yapar, “Bugün filanca, şu camide Cuma Namazını kıldı” diye.(Kimlerden bahsettiğimi anlıyorsunuz değil mi?)

Dinimiz, hayır ve iyilik kapılarını ardına kadar açmıştır. Zekât, fitre, sadaka vs. diyerek fakiri koruma altına almıştır. Yine dinimiz: verilen hayrın, “sağ elle verilmişse sol elin haberi olmayacak” diye de ikaz ederdi.

Neden acaba?

Bu gün bizim, medya önünde yaptığımız hayırlarla o günkü yapılan riyasız, gösterişsiz yardımların arasında bir fark yok mu?

Elbette var.

Birinde incelik, vakar, samimiyet, hoşgörü, edep ve adap, Allah rızası:

Öbüründe, riya, gösteriş, sonradan görmelik, kabalık yok mu?

Geleneklerimizi keşke yaşatabilseydik. Büroma televizyonumu tamir için bir genç çağırmıştım. Gence “Ben Nazım Peker” deyince. “Amca Neşet Peker neyin olur?” sorusuyla karşılaştım. “Kardeşim olur” der demez genç ellerime sarılarak “Abi ben Neşet abinin verdiği bursla okudum” demez mi. Ortamı bir duygusallık kapladı. Epey konuşamadık.

Kardeşime durumu anlatınca, gayet mütevazi bir şekilde, “Abi ben her yıl on-on beş burs veririm. Fakat kimlere verdiğim bilmem” deyince bir zamanlarki geleneklerimiz aklıma geliverdi.

Belli ayda değil, her ayda hayırlar yapmanız dilek ve temennisiyle.

Esen kalınız.  

NOT: Yazı 2014 yılında yayımlanmıştı. Hepinizin, dost ve akrabalarımın, Türk ve İslam dünyasının Kurban bayramını kutluyorum, Hayırlara vesile olsun.