Yar gelip, yar gelip sallanacak...

Hülya SEZGİN

"Bahçeye indim ki asma salıncak 
Yar gelip yar gelip sallanacak 
Akşamdan sonra neler olacak 
Yar gelip yar gelip sallanacak 
Benim güzel yarim sallanacak ..."

Yıllar önce resim atölyemizde 80 yaşındaki Semahat teyzemiz söylerdi bu şarkıyı... ama muzipçe... çapkınca... hepimiz gülümseyerek, keyifle dinlerdik onu...

Bayılırdım çocukluğumda salıncağa binmeye...   Pek çok etkisi de olmuştur yaşamımda. Hatta hatta dönüm noktası... Anlatayım...

Taaa beş altı yaşlarımda iken Çankırı'da evimizin önündeki kocaman bahçede, dallarını gökyüzüne erişir gibi uzatmış ulu ceviz ağacının dallarına rahmetli babam yapmıştı ilk salıncağımı... Sallanmak ve hızlanmak için ileri geri hamle yaparken salıncağım gökyüzüne doğru yükseldikçe içim bir hoş olur, uçuyorum sanırdım...

İzmirliler bilir. Halilrıfatpaşa caddesinin alt tarafında büyükçe bir yeşil alan vardı. Adı  "İngiliz bahçesi" idi. Her gün erkek kardeşimle gider uçurtma uçururduk. Kimi günler de  çitlenbik ağaçlarının dallarına  salıncak kurar, birlikte sallanırdık. Benim anaç ruhum taaa çocukluğumda başladı... Daha o yaşımda evimize gelen konukların çocuklarını topladığım gibi İngiliz bahçesi'ne gezmeye götürür, onlara da salıncak kurardım. Annem ve konuk teyzeler de memnun olurdu buna. Çünkü laf taşıyacaklar yanlarında  olmadan rahat rahat  dedikodularını yapar, kocalarını, kaynanalarını çekiştirirlerdi. Gene böyle bir gün topladım çocukları gidiyoruz... tam kapıdan çıkarken rahmetli annem huyumu bildiğinden "Ayağında pijama ya da pantolon yok...  ağaçlara tırmanma. Akşam baban gelince söylerim bak!.." diye çıkıştı... Ama dinleyen kim,  gizlice koltuğumun altına çoktan sıkıştırıvermiştim  urganımı... Ağaçlara tırmanmak da en büyük zevklerimdendi... hiç unutmuyorum ablam bana öfkelendiği zaman kızdırmak için "sarı çebiş" (keçi yavrusu) derdi... haksız da sayılmazdı...  sarı uzun saçlarım vardı ve keçi gibiydim... Atlar, zıplar, tırmanırdım...

Neyse... çocukları topladığım gibi geldik İngiliz bahçesine... urganın ucuna taş bağladım dala atıyorum salıncak yapmak için... I-Iıııh... ipi daldan dolandırmadan düşüyor taş... Üç beş denemeden sonra sıkıldım... Sağa baktım kimse yok... sola baktım kimse yok... hemen acelece tırmandım ağaca... gözüme kestirdiğim dala geldim.  Tam ipi aşağıya sarkıtacağım yolun alt tarafından yürüyen bir adam yolunu değiştirip benim ağaca doğru yönelmez mi?.. Annem sıkı sıkı tembihlemişti ama ben onu dinlememiştim... işte bacağımda ne pijama ne de pantolon yoktu... adam da bu fırsatı değerlendirmeye niyet etmişti belli ki... Ama ben ona bu fırsatı asla vermezdim.  Hemen acele ile iki elimle birden eteklerimi diz kapağım hizasında bacağıma yapıştırıverdim... artık görmesi mümkün değil diye düşünürken birden dengemi kaybettim ve aşağıya uçtum... yüzüm çizilmiş her iki bileğim birden çıkmıştı. Sağdan soldan koşup beni kaldırdılar. Anımsadığım yüzüm kan içinde idi ve ellerim bileklerimden sarkıyordu. beni sürükleyerek götürmeye çalışanlara "Ne olur anneme söylemeyin.." dediğimi anımsıyorum, gerisi yok... bayılmışım... Sonra beni Tatar mahallesindeki çıkıkçı Habib bakkala getirmişler. Tahta sandalyeye oturttular. Habib bakkal iki bileğimin de çıktığını söyledikten sonra  bileklerimi kuvvetlice sıktı... gene bayılmışım...  Evimize geldiğimizde bileklerime ince birer destek karton konulmuş ve tülbentle sarılmıştı... Ertesi gün okula gittim... O sakat kollarımla çanta ve kitaplarımı taşıyarak... Elbet yeniden çıkmış ve öyle kaynadı... sağ bileğim hâlâ çıkıktır. Yıllar sonra ameliyat oldum ama yer etmiş oturmuyor yerine, yeniden çıkıyor...

 Anneme babama hiç öfkelenmedim... çünkü o dönemlerde kırık ve çıkık tedavilerinde yanlış kaynamalar, yeniden kırılıp tamire kalkışmalar, alçıda kangren olmalar vs... öyle çok doktor hataları anlatıyorlardı ki... ne yapsınlar... korktular sakat kalırım diye...

O şerefsiz adamın yüzünü anımsamıyorum... ne yapacaktı acaba on iki yaşında çırpı bacaklı bir çocuğun bacaklarını görüp de... ya ben... cehennemin dibine görürse görüversin... işte çocuk aklı... Neyse... yıllar geçti...

Şimdi hâlâ salıncak görünce dayanamam... en son Taşköprü  resim festivalinde iken bindim bol bol Bahar'la... Sabahları yürüyüş yaptığımız parkın içinde vardı salıncaklar. O zaman baktım ki sallanayım diye hamle yaparken boynum, belim, bacaklarım, kollarım bütün vücudum aslında çalışıyor... Çaktırmadan spor yapmış gibi... keyfi  ise müthiş...

Bence parklara büyükler için de salıncak kursun belediyeler... üstüne de yazsınlar "büyükler için" diye ki çocuklarla papaz olmayalım  ve binerken utanmayalım...

Şimdi sevgili eşim Hikmet sana üçlü kanepe bahçe salıncağı alayım dedi. I-ıııh... dedim. İstemem. Onda oturunca miskin miskin sallanırken başım dönüyor. Eline bir bardak çay alıp içemiyorsun... Miskin işi o bana göre. Ben ip salıncak istiyorum... Coşku ile göklere erişmek ister gibi sallanmalıyım ben... Bulutlara erişmeliyim...  Ne yapsın adamcağızım.  Baktı dinletemiyor,  bahçemizdeki ceviz ağacının dalına ipten bir salıncak kurdu...  Yuppiiiii.....  Sabah, akşam, canım sıkılınca... dertlenince... stres atmak için... spor yapmak için sallandıkça sallanıyorum... Sallanırken de dilimde Semahat teyzemin şarkısı...

"Bahçeye indim ki asma salıncak 
Yar gelip yar gelip sallanacak 
Akşamdan sonra neler olacak 
Yar gelip yar gelip sallanacak 
Benim güzel yarim sallanacak ...

Hülya Sezgin/ hulyasezgin@hotmail.com