Unutamadığım Kadınlar…

Zeynel KOZANOĞLU

  

Unutamadığım Kadınlar…

 Belli bir yaşa ulaşınca artık ileriye bakmak yerine dönüp gerilere bakmak öne geçiyor. “Şunları yaşamıştım, şunlarla yaşamıştım” gibi bir takım gezintiler içinde olabiliyorsunuz. Eee, ben de bu sınıfa girdim artık, Yaş seksen yolun sonundan daha da ilerideyim.

 

“Unutamadığım Kadınlar” başlığı altında bir yazı kaleme alsam, bu listede kimler yer alır, diye düşündüm, taşındım ve bunlardan bir kısmını belirledim. Listenin başında Çankırılı bir hanımefendi var. Yattığı yer nur olsun, benim ilkokul öğretmenim Hatice Mısırlı.

Bana “Her kitabın yazarının adını öğrenmen gerek” diye öğreterek içimde yazar olma hevesini uyandıran kutsal insan. Günümüz üniversite öğrencilerinin kulakları çınlasın, “Mahsur” ile “Mazur” sözcüklerinin anlamını bellememi sağlayan öğretmen. Okulu bitirdiğimden sonra Ankara’ya götürüleceğimde “Ankara’da ille de kendine bir okul bul, sen okuyacak çocuksun” diyen kurtarıcım Hatice Mısırlı.

...

Biraz geriye gideceğim. On yaşında filanım. Anneannemle köyün az biraz uzağında değirmene doğru yürüyoruz. Kar dizlerimizde, soğuk iliklerimize işliyor. Ayağımda pabuç adına ne olduğunu hatırlamıyorum ama, dizlerime kadar çıkan yün çoraplarım var.

Bir ara suyun öte yüzüne geçmemiz gerekti. Anneannem kolayca geçti, bana da “Atla yavrum” dedi. Ben suyu atladım ama bir ayağım suyun içinde kaldı. Anneannem yıldırım hızıyla beni kaptı ve hızla ayağımdan çorabımı çıkardı. Göz açıp kapayıncaya kadar vakit geçmişti ki, çorap anneannemin elinde soba borusu gibi kaskatı dondu kaldı.

Anneannem aklını kullanmasaydı, çorap ayağımda donacaktı. Sonrası düşünülmez bile. Rahmetli anneanneciğim ne yazık ki, ben ona olan borçlarımın hiç birini ödeyemeden aramızdan ayrıldı. Bir de topal halamızla dayımın eşi Hacer ablamız vardı. Onlar için de Allahtan rahmet diliyorum. Unutamadığım kadınlar arasında elbette onlar da var.

Biz kardeşim Erol ile bu üç kadının gözetimi altında onlar tarafından büyütüldük.

Köyde öğretmenim. Bütün nüfusuyla Kürtçe konuşulan köy. Köyde Türk kökenli bir tek ben varım. O yıl yalnızım. Okulda yatıp kalkıyorum. Okulun duvarının dibinde köyün çeşmesi. Sabahın erkeninde köyün kızları güğümleriyle su alıyorlar.

Ben duvarın üstünden sürahimi uzattım.

“Şunu dolduruverin gençler” dedim.

Yaşlarımız yakın ya… Şaka edecekleri tuttu. Kimisi “Sırasını beklesin” diyor. Kimisi “Kıymayalım” diyor.  Bu arada kızlardan biri sürahiyi elimden kaptı ve doldurmaya koyuldu. Kızlar onu ayıplayacağında onlara bir laf etti. Ben anlamadım, ama o cümleyi aklımda tuttum.

O gün köyde beni koruyup kollamayı iş edinmiş Yakup Aktaş ağabeyin Türkçeyi iyi bilen eşine sordum.  O genç kız benim için “O benim akrabam” demiş. Akrabalığımız da şuradan geliyor. Kız Yakup ağabeyin yeğeni oluyormuş.

Allahım doğma büyüme Kürt kökenli olan bir güzel insan doğma büyüme Türk olan bir başka insan için “O benim akrabam” diyordu. Bizi o güzel günlerden bugünlere getirenlerin Allah bin türlü belasını versin ama ben şimdilerin bir ninesi olan o kızı unutmadım.

Ankara’dayım. Gazeteciyim. Anadolu Ajansı sınav açmış, muhabir arıyor. Üç şart var: 28 yaşın altında olmak, Lise bitirmiş olmak, öğrenci olmama. Yaşım 28 in altında. Ankara Atatürk Lisesinden diplomam var. Ama Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.

Bir ümittir, diyerek Anadolu Ajansına gittim. Yetkili bir bayanın karşısındayım. Öğrenci oluşum sınava girmeme engel mi, onu soruyorum. O bayan bana “Elbette engeldir” dese dönüp gideceğim ama o yüksek sesle hem de azarlar gibi şöyle dedi:

“Kardeşim senin öğrenci olduğun alnında mı yazıyor? Al şu kâğıdı yaz bir dilekçe…”

O sınavı kazandım. Hayatımın yönü değişti. O bayan gazeteci ağabeylerden birinin eşi Aybüke Karaca imiş. O da unutamadığım kadınlardan biri.  Ne yazık ki, biz İzmir’de, onlar da Ankara’da olduğundan haberleşemedik. Yakınlaşamadık.

İzmir Gazeteciler Cemiyeti için Anıt Adam adlı kitabı yazmışım. Yayınlanmış. Tercüman Gazetesinin açtığı Roman yarışmasında birincilik almışım, kitabım yayınlanmış. Başlı başına Anadolu Ajansı Muhabiri oluşum bile o günler için beni az buçuk önemli ediyor.

Hal böyleyken haber kaynaklarımın çoğunda bu özelliklerim bilinmiyor.  İnsanlar gazete okumadıklarından dünyanın gidişiyle bile ilgilenmiyorlar. İzmir Teknik Ziraat Müdürlüğünde üzüm konusunda uzman bir bayan haber kaynağım var. Odasına baktım, yoktu.

“Konuğun var” diye seslendiler, geldi. Beni görünce “Hay Allah sen miydin, ben de önemli biri geldi sandım” dedi.  Bu bayana ben kendi çapımın şu ya da bu olduğunun dışında kaç yıldır haftada bir iki kez uğrayarak araştırmalarını, çalışmalarını üreticiye duyurmak gibi bir hizmette bulunuyordum. Onun için önemli nasıl olunur, kendisine sormadım.

Anadolu ajansı muhabiriyim. İzmir Devlet Hastanesine yolum düştü. Başhekim Kadri Bey gazetecileri seviyor. Kim ne derse bir dediğini iki ettirmiyor. Beni görse memnunlukla beni ağırlar ve uğurlar bunu biliyorum.  Derken unutamadığım kadın’a geçeyim.

Hastane içinde bir koridordan bir diğerine geçmek isterken baktım bir odanın öte yüzüne geçiş var. O aradan geçebileceğimi düşünerek oraya yöneldim. Ancak oracıkta yerleri silmekte olan şalvarlı bir bayan vardı. Benim koridorun arka yüzüne geçmeye kalkıştığımı görünce arkamdan bana nasıl seslendiğini tahmin edebilir misiniz?

“Höst! Hayatında hiç kapısı olan yer görmedin mi?”

Öfkeyle döndüm. Döner dönmez de ilk olarak kadının her biri kafam kadar iri olan göğüsleri gözüme çarptı. “Allahım” dedim.  Kısa zamanda şaşkınlığımı üzerimden attım. “Sakin olmam gerek, çok sakin” dedim. “Bu insan kim bilir kaç çocuğu emzirdi. Ve kaç çocuk şu anda evde ekmek bekliyor, süt bekliyor. Ona kıymamalıyım. ”

Oncağıza kıymadım. Gerektiğinden fazla yufka yürekliyim. Onun için beni kim eline geçirirse kıyım kıyım kıyar. Ben de üzüm üzülürüm.