Toplumsal kalitemizi yitiriyoruz

Murat YAZAN

Eğitim camiasındaki insanlar sıklıkla; “yeni öğrenciler eskileri aratıyor” derler. Bu, öğrenci kalitesindeki (ve aslında çocuk ve genç kalitesindeki) düşüşü anlatır. Ailenin çocuğa verdiği eğitimin kalitesinin de azalmakta olduğunu gösterir. Son zamanlarda bu söylemin yanına; “öğretmen kalitesi de azalıyor” cümlesi eklendi ki bu da sürecin doğal sonucu.

Öğrenciler, yani çocuk ve gençler bu toplumun ürünü ve parçaları. Başka bir ülkeden ya da uzaydan gelmediklerine göre bu çocukları biz yetiştiriyoruz. Onların eğitim kalitesinin düşüşte olması, aslında toplumun niteliklerinde de aşınma ve bozulmalar olduğunu gösteriyor.

Dikkatle baktığımızda toplumsal kalitenin bu kadar düşmesinin tesadüf ya da kötü şans değil, kötü eğitim politikaları, yanlış planlamalar ve yaratılan zehirli baskı iklimi olduğunu görüyoruz. Okul öncesi eğitime yatırım yapılırken merdiven altı tarikat anaokullarına göz yumuluyor, denetlenmiyor. Özel okulların bir kısmının durumu içler acısı. Apartman üniversitelerine tıp ve hukuk gibi gerçekten iyi eğitim ve iyi hocalar gerektiren kritik bölümler açma izni veriliyor. Doktorların sesini duymak ve şartlarını iyileştirmek yerine “giderlerse gitsinler” diyerek yapılan onur kırıcı muamele sonucunda ülkenin önemli insanları başka ülkelere gidiyor. Bazı hastanelerde uzman hekimi kalmayan servisler kapatılıyor. Tıp fakültelerinde hoca açığı giderek artıyor.

Toplumda geçer akçe iktidarın yarattığı iklime boyun eğmek, asla soru sormamak, zinhar eleştirmemek ve dibine kadar biat etmek olunca bir örnek bıyık bırakan, bir örnek giyinen, bir örnek cümlelerle konuşan bir, bir örnek düşünen “yığın” ortaya çıkıyor. Biz “farklı olanlar” da kendimizi distopik, karamsar bir bilim kurgu filminin içinde yaşıyor gibi hissediyoruz. Yazanlar ve konuşanların önemli kısmı "bunu yazarsam/söylersem başıma bir şey gelir mi” diye düşünüyor, çünkü muhalif yazar, düşünür ve gazetecilerin hapse girdiklerini biliyoruz. “Silivri soğuktur”  cümlesinin kasıtlı olarak defalarca telaffuz edilmesinin ardında tehdit ve utanılası bir gerçeklik yatıyor.

İnsanlar iktidarın söylemlerini kabul etmeye zorlanıyor. Koca bir yalanlar silsilesinin içinde yaşamamız ve kabullenmemiz isteniyor. Ekonomi rezaletinde halk yarına ne yiyeceğini değil, yarına bir şey yemek için parayı nereden bulacağını düşünüyor, diğer yandan sabırsızlık ve şükürsüzlükle suçlanıyor. Bizden “Allaha şükür ekonomi yerlerde, bir ekmek beş lirayı geçti” dememiz falan bekleniyor. İktisat profesörlerinin gözlerini ve ağızlarını dehşetle açık bırakan, hiçbir bilimsel temeli olmayan tuhaf tezlere boyun eğmemiz, alkışlamamız bekleniyor. Mesela diplomasını halen ibraz etmemiş olan cumhurbaşkanının ekonomist olduğunu sorgulamamamız isteniyor. Ekonomi gibi arkasında dev bir literatürü bulunan bilim dalını “gözlerdeki ışıltıya” indirgememiz arzulanıyor.

Devleti yöneten kişi gezi’ye katılan kadınların “sürtük” olduklarını söyleyebiliyor. Sezen Aksu’nun dilini kopartmaktan dem vuruyor, muhalefet liderlerine kavgada söylenmeyecek sıfatlarla hitap edebiliyor.

Salgında herkesi kaderiyle baş başa bırakan ve kimseye doğru dürüst maddi destekte bulunmayan iktidar, aynı davranışı içinde bulunduğumuz ağır ekonomik buhranda sergiliyor ve itiraz edenlere tahammül etmiyor. Bir toplum çaresiz olduğunu hissettiğinde beklenmeyen, öngörülemez davranışlar sergilemeye başlayabilir. Bir sosyolog olarak içinde bulunduğumuz sürecin fırtına öncesi sessizlik olduğunu, büyük toplumsal olayların patlak verebileceğini düşünüyorum.

Uyarı görevini yerine getirmiş sorumlu bir vatandaş olarak yazıma burada son veriyorum.