Sil baştan

Murat YAZAN

Bugün düştüğümüz hali anlamak için binyıllar öncesine gitmek gerekiyor. Yaklaşık 11 bin yıl öncesine.

Çok özet geçmem gerekirse; ilk uygarlık formu avcı toplayıcı toplumlardı. Ağırlıklı olarak günlük yaşar, doğadan beslenirlerdi. Erkekler vahşi hayvanları avlarken kadınlar meyve ve kök toplar, yiyecekler evlere getirilirdi. Ertesi gün, bir sonraki gün, daha sonraki gün de böyle sürerdi. Kavimler göçer oldukları için depolar, silolar ve büyük şehirler kurulmamıştı. Çadırlardan oluşan otağlar vardı.

Uygarlığımızın temeli olarak Mezopotamya (Bereketli Hilal) topraklarını esas aldık. Tarım toplumları şehir devletleri kurdu. Bürokrasi buralarda, tahıl depoları ve değirmen defterleri ile doğdu. Görevliler buralarda “Ahmet efendi 10 çuval buğday getirdi, 2 çuval un aldı” diye not ettiler. Dönemin takas ekonomisi yeterli olmadı, ilk paralar basıldı. İhtiyaç fazlası her çuval un parayla satıldı ve ilk kez artı değer (kâr) olgusu ortaya çıktı. Daha büyümek ve başarı duygusunu beslemek için de eşitini veya kendisinden büyük olanı yenme ihtiyacı ortaya çıktı. Kültürel kodlar bunun karşılığını kendiliğinden üretti. Bizim kültürümüzdeki “tepegöz”, Yahudi kültüründeki “Goliath” üretildi. Daha küçük olan bizler, daha büyük masal canavarlarına karşı zaferler kazandık. Tüm askeri zaferlerde oranlara göz attık. Malazgirt zaferinde bizden katlarca büyük Bizans ordusunu yendiğimizi destanlaştırdık. Yunanlılar 300 Spartalı ile koca Pers ordusunu nasıl dize getirdiklerini anlattılar. Kökünü tarım toplumunun artı değerinden alan küresel kapitalizm elbette bu alanı boş bırakmadı. King Kong, Godzilla, Jurassic Park’ın yapımcıları konuya eğildiler. Ortada bin yıllardır daha büyük, daha güçlü varlıklar olmalıydı ve onları yenmeliydik. Kendimizden küçüklerini yenmenin toplumsal karşılığı yoktu, çünkü bu yapay bir ahlaki zaaftı.

Uygarlık tarihi hep “bir tık büyüğünü” yapanı tarihe yazar zannettik. Şehir sosyolojisinde en görkemli tapınakları, binaları, köprüleri yapanların galip ilan edileceği yanılgısına düştük. Biri Empire State gökdelenini dikerken diğeri Petronas kulelerini dikti. Kısacası, uygarlık tarihi (af buyurun) idrar yarışı olarak geçti. Her bir nesnenin bir büyüğünü, şatafatlısını yapmayı uygarlığın ilerlemesi sandık. Bugün geldiğimiz noktada uygarlık bir virüs önünde diz çöktü. Üstünlük anlayışımızın, yarattığımız mitlerin ve metaforların karşılığı olmadığını yaşayarak öğreniyoruz. Bir doz aşı ya da bir solunum cihazı bugün en büyük uçak gemisinden daha değerli. “Uygarlık”tan ne anladığımızı gözden geçirmemiz gerekiyor. Üzerine uzun uzun düşünülüp ilerde daha ayrıntılı olarak çalışılacaktır.

Geçtiğimiz hafta sonu yaşadığımız sokağa çıkma yasağı Sayın Cumhurbaşkanı tarafından pazartesi açıklanmıştı. İçişleri Bakanı’nın istifasına yol açan hatalı duyurudan ders alındığını gördük. Pazartesi yapılan açıklama biz sosyal bilimciler için gözlem fırsatı oldu. İlk duyuruda insanlara iki saat verilmişken bu kez elde değerlendirilecek beş gün vardı. Bu süreyi verimli kullandık mı? Hayır. Pazartesi gününden Cuma’ya uzanan süreç boyunca kalabalık ve marketlere yığılma her geçen gün arttı. Cuma günü marketler yine doluydu ve bulaşma riski yükseldi. Bununla kalmadı, sokağa çıkma yasağı birçok vatandaş tarafından ihlal edildi. Pazar gecesi saat 00.01 itibarıyla sokaklar yeniden insanlarla doldu. Bu durum toplumsal davranış alışkanlıklarımızı ele veriyor.

Asyalı rahatlığımız var ama Akdenizli tarafımız kanımızı kaynatıyor. Çoğunluğumuz ödemeleri (fatura, kira, aidat vs.) son güne bırakırız. İhtiyatlı davranıp zamana yayma alışkanlığı pek azımızda var. Bir şeye “yasak” dendiğinde onu çiğnemeyi cesaret, gurur ve hatta itibar kabul ediyoruz. Göçer kültürümüz bizi “sıkıntılı ve uzun süre kapanamayan” bireyler kılıyor. Ceplerimiz para dolu olsa da (ki değil) bu davranış alışkanlıklarımız bugünden yarına değişmeyecek. Bu durumda önerim; sokağa çıkma yasağının yarardan çok zarar getirdiğidir. Elbette 20 yaş altı ve 60 yaş üstü hariç. Bize “yasak” dendiğinde toplumun bir kısmı çiğnemek için her şeyi yapıyor, bu da riski arttırıyor.

“Doğu ve Akdeniz davranışlarını eleştiriyorsun ama en büyük darbeyi Amerika ve Avrupa aldı” diyenler olacaktır. Akdeniz’le ilgisi olmayan Almanya ve İskandinav ülkeleri en başarılı mücadeleyi verirken Akdeniz ülkeleri İspanya ve İtalya en büyük darbeyi aldılar. Yazımın başında ifade ettiğim metaforla “her şeyin en büyüğünü, en yükseğini, en uzununu” yapmakla gururlanan Amerika virüsü küçümsedi ve bugün huzurevlerinin odalarından cesetleri toplamakla meşguller.

Uygarlık tarihi en baştan yanlış yazıldı ve bugün bedelini ödüyoruz. İlk düğme yanlış iliklenince diğerleri de yanlış oluyor. Bu salgın elbet bir gün bitecek ancak yeni salgınlar gelecek. “İlerlememiz” sayesinde erittiğimiz buzullarda dünyanın eski dönemlerine ait, tanımadığımız virüsler uyuyor. Buzullar eriyince aktif hale geleceklerini bilim insanları söylüyorlar. Bütçelerimizi görkeme değil, hayatta kalmaya harcamak ve hazırlıklı olmak gerekiyor. Oluşacak yeni dünya düzeni görkeme mi, şirketlere mi yoksa insanların hayatta kalmasına mı hizmet edecek?

Yaşayıp göreceğiz...