Romanya-Martiniş sanat çalıştayında neler oldu...

Hülya SEZGİN

Geçtiğimiz günlerde  bir sanat çalıştayı için aldığım davet üzerine Romanya Martiniş'te idim. Serüvenim sevgili kardeşim Macaristan Vonyarvacheg Belediyesi kültür müdürü Julianna Illes Major'un "Hülya'm Romanya'ya gelir misin?" sorusu ile başladı. "Evet, sevinirim" yanıtımın arkasından Martiniş Belediye Başkanı Attila Jakab ve beldenin doktoru olan  koordinatör Dr.Attila Sata imzalı on gün sürecek çalıştayın davet mektubunu alır almaz vize işlemlerine başladım. Romanya henüz yarı şengen... yani Tam AB. ülkesi değil... Vizemi de alır almaz internet sitelerinden ucuz uçak bileti bulup aldım... Derken günü geldi ver elini Martiniş...

Şirin bir kasaba olan Martiniş on üç köyün bağlı olduğu bir belediyelik. Romanya'nın kuzeyinde yer alıyor. Birinci Dünya savaşından sonra pek çok kez el değiştirmiş. En son Romanya'da kalmış. Ancak Macarların yaşadığı bir yer. Yurt dışında katıldığım bu tür çalıştay ve sanat etkinliklerini çok seviyorum. Çünkü elbet bir tur gezisi ile Romanya'ya da başka bir ülkeye de gidebilirim. Hatta şimdiki gezip gördüğüm yerlerden çok daha fazlasını ve önem arz edenlerini görebilirim. Ama o tür gitmelerde bana sunulanı görebilirim ancak. Oysa sanat etkinliklerinde onlarla bir yaşıyorum. Dünyanın farklı ülkelerinden gelmiş, farklı kültürlerde olan ressam arkadaşlarla tanışıyor, onları tanıyor ve kültür alışverişinde bulunuyorum. Sanatın bu  birleştirici gücünü seviyorum. Herkes dost, herkes kardeş... herkes sanatçı... herkes insan...  orada ortak dil sanat...

 Martiniş'e yakın havaalanı olan Cluj Napoca'ya indim. Macaristan'dan aracı ile yola çıkan Juli'm yolunu uzatarak Martiniş'e geldi ve beni de alarak yola devam ettik. Araçta şair Serdar Ünver ile Livia Szencz ve Ferdinand Tacacs adlı ressam karı-koca arkadaşlarımız da vardı. Daha önceki etkinliklerden tanışıyorduk. Akşam üzeri Martiniş'e vardığımızda bizi bekliyorlardı...

Geldiğimiz yer bir kültür merkezi. Odalarımız, atölyemiz ve yemek hanemiz de burada... Kapı girişinde "Hoş geldiniz. Sizi Tanrı gönderdi" yazıyordu. Bizdeki "Tanrı misafiri" gibi... Akşam yemeğimizi yedikten sonra odalarımıza çekildik...

Sabah erkenden yürüyüşe çıktım. Bir köpek de sabah gezintisinde idi "Kuçu kuçu" dedim, bakmadı.  Muziplik bu ya!.. Ya annesi "Yabancılara bakma" diye tembihlemiş, ya  da Türkçe bilmiyor dedim kendi kendime... Kahvaltımızı yaptıktan sonra civar köylere, yayla, orman ne varsa gezmeye çıktık araçlarımızla...

Burada tepeler sert kayalar biçiminde haşin değil, daha yumuşak formda. Sonbaharın renkleri ile görüntü romantik bir emprestyonist ressamın paletinden çıkmış bir resmi andırıyordu. Morlu, beyazlı kasımpatları duvar diplerinde kendiliğinden çıkmış, güzelliğini gözler önüne sermişti. Kimi köyler terk edilmiş,  gençler şehre iş için gitmiş. Kalanlar az.  Yol dar... yalnızca bir araba var  yolda giden bizden başka. O da hep kötü zamanda geliyor ardımızdan, tam  biz foto çekecekken... hay şansımıza diyoruz.

Dönerken tavşan, ceylan ve tilki gördük. Ayı da çok varmış civarda. Hatta zaman zaman köye inip yiyecek çalıyormuş.  Bir akşam bizim arkadaşlar fotoğrafını çekmek için gittiler. Tam bir buçuk saat beklemişler, ama ayı gelmemiş. Tam dönmüşler, ayının görüldüğü haberini almışlar... Kahrolmuşlardı. Öyle neşeli insanlar ki... maceralarını neşe ile beden dilini de bolca kullanarak anlatıyor ve kahkahalarla gülüyorlardı. Juli'm  ve Serdar arada bir konuyu bana özetliyorlar, gerisini ben hararetli anlatışlarından kestirebiliyor ve onlarla bir gülüyordum.

Benimle şakalaşmayı da pek seviyorlardı. "Türkler rakıyı biz bulduk, Yunanlar biz bulduk diyorlar. Ama biz sizinleyiz..." diyorlardı.

Bol bol geziyorduk. Martiniş'in tepelerine doğru bir yerde dünyaca ünlü bir heykeltraşın atölye ve açık hava müzesine gittik.  Bahçe kapısı kapalı idi ama yan taraftan boşluktan içeri girdik.  Gazellerin tatlı hışırtıları eşliğinde gezdik. Ferdinand harika heykellerin önünde eşi Livia ile bol bol fotoğrafımızı çekti. Tahta köprüler çevresinde nazlı nazlı sıralanmış ağaçların altından sessizce akan derelerin görüntüsü şaire şiir yazdırır cinstendi. E şiir yazdırır da ressama resim yaptırmaz mı? İlk resim olarak o görüntüyü yaptım tuvalime ertesi gün...

Bir gün sonra Almanya'dan ressam arkadaş Maria geldi. Juli ile başladılar konuşmaya. "Ne güzel Macarca biliyor" dedim. Juli'm yanıtladı "Biliyor, çünkü o Macar" dedi. Katıla katla güldük... Katılımcı ressam arkadaşlar arasında tek Türk ressam bendim.  Bir de şair ve fotoğraf sanatçısı arkadaşımız Serdar Ünver vardı Türk olan... Ancak canım kardeşim Julianna da çok güzel Türkçe konuştuğu için pek yalnız hissetmedim kendimi...

Kuruluş tarihi çok eskilere dayanıyor Martiniş'in. Dolayısı ile 1200-1600-1700 yıllarından kalma pek çok kilise ve diğer tarihi yapılar var. Yapıların duvarlarında kabartmalar, bebek İsa, azizler, Meryemana'nın da olduğu resimlemeler mevcut. Yer yer dökülse de genellikle güzelliğini koruyor. Kiliselerin ahşap oturma sıralarının üzerinde ilahi kitapları var. İnceledim. İçinde notaları ile birlikte sözleri de yazılı idi. Bizdeki gibi vaiz oturma yeri ve asma katta bir org bulunuyordu. Tavanda çeşitli geometrik resimlemeler yapılmış. Kiliselerin kimi katolik iken bir kısmının minare gibi uzantısının üzerinde yıldız vardı. Bu kiliseler birliğine inananlara ait kilise imiş. Kilisenin bahçesinde bir kuş tüyü uçtu uçtu ayaklarımın dibine düştü. Uğurdur diye aldım ve cüzdanıma koydum. Dikkatimi çeken şey ise o zamanlarda kimi kiliseler bizdeki kale örneğinde olduğu gibi savaş zamanında halkın sığınma yeri olarak da kullanılıyormuş. Tahta tahıl ambarları  ve barınma yerleri vardı.

Elektrik direklerinin üstünde boş leylek yuvaları... kış geldi diye göç etmişler... Yakın şehirleri ve pek çok yeri gezdik... Maria'nın evi şehirde idi. Bizi konuk etti... kahve, çay içip kurabiye yedik... Maria'nın iki kedisi var. Birinin gözleri mavi ve yeşil farklı renkte... Şaşırdım. Van kedisiymiş. Bizim memleketin kedisi benden önce gelmiş buralara...

Yemek konusunda pek sıkıntı çekmedim. Çünkü Allah rahmet etsin annemle babam bize yemek seçmemeyi öğrettiler." O beğenmediğin yemeği bulamayan da var, şükret ve ye!" derlerdi. Biz de üç kardeş yerdik. Tam bize uymasa da sebze yemekleri , et, balık ve tavuk  yemekleri de var. Havuç, patates, lahana çok kullanıyorlar. Kremalı sebze çorbası, erişte benzeri bir makarna ve minik parçalar halinde sıcak suya salınmış hamur çorbası... Langoç dedikleri bir kızartma hamur işi ise bizim pişimize benziyor. Sarımsaklı yoğurt ya da ayva ve çilek reçeli sürülerek yeniliyor. Yoğurtları krema benzeri... peynirleri ise küçük salam gibi buton içinde gene krem peynire benziyor. Çay, zeytin, beyaz ya da tulum peyniri ise yok...

İnce belli bardakta dumanı tüten mis gibi demli çayı bir özledim ki sormayın... Sallama çay götürmüştüm yanımda, ama adı üstünde sallama işte!..

Şömine tipi döküm sobada yanan odunların çıtırtısı sohbetimize ve akşam yemeğimize eşlik ediyordu. Kaldığımız kültür merkezinin az ilerisinde bir kilise ve mezarlık vardı. 1 Kasım onlarda "Ölüler günü" imiş. Tüm mezarlar bakımlı, temiz ve üzerlerinde şık mumluklar içinde yanmış mumları ile çiçek bahçesi gibi idi.

Burada her şey çok güzel. Güzel bir belde, sıcak dostluk, harika bir konukseverlik ve sanat... ama facebook aracılığı ile memleketimden bağlarımı koparmıyorum. Her gün izliyorum... Aaaah memleketim... memleketim... Bu kez acı Van'da... gene patlamalar,  yiten canlar, yanan yürekler analar, bacılar, eşler, yavrular... üzülüyorum...  Onlar da her şeyi yakından takip ediyorlar ve Türkiye'ye gelmeye korkuyorlar... Hatta ilk gittiğim gün hemen wifi şifresini sordum ve ekledim "Eşime haber  vermem gerek. Merak etmesin" şakacı bir arkadaşımız dedi ki "Söyle ona seni bahara kadar göndermeyeceğiz" Sanırım bir yerde de beni korumak istemişlerdi...

Bu gün akşam yemeğinde geleneksel yemekleri "Paprikas gulaş" yiyeceğiz. Masada yoğurt var ama pet şişede. Kapağını açtım, donuk tereyağ gibi. Kaşık şişeye sığmıyor, nasıl yiyeceğimi bilemedim. Juli'ye sordum "Biz  kaşıkla yeriz nasıl olacak?" derken karşımda oturan Peter durumu anladı. Şişesini çalkaladı çalkaladı, kapağını açtı ve yoğurdu ayran gibi içti... Bir yaşıma daha girmiştim...

Bir başka akşam da irice bir balığın salçalı çorbasını yapmışlar. Ayrı bir tabakta haşlanmış erişte. İsteyen çorbasına katıyor. Hoş olmuş, yapabilirim arada...

Benim canım kardeşim Juli'm Türkçeyi şarkılardan öğrenmiş. En sevdiği de rahmetli Barış Manço'nun "Arkadaşım eşek" şarkısı... günde 4-5 kez dinliyorduk... "Arkadaşım eş... arkadaşım şek...Arkadaşım eşşeeeek!" Ömrümde hiç bu kadar çok dinlememiştim bu şarkıyı. Ferdinant bile artık ıslıkla eşlik etmeye başlamıştı... "Fıyfıyfıyfıy... fıyfıyfıyfıy... fıyfıyfıtfıyt..."

Son akşam kalabalık bir izleyici ile sergimiz oldu, İlgi ile izlediler. Ziyaretçiler şık giyinmişlerdi. Seksen yaşın üzerinde şık giyimli iki büyükanneye ise hayran oldum. Şarkılar söylendi, şiirler okundu, Juli, Ferdinant ve Livia canlı performans sergilediler. Bize katılım belgelerimiz verildi. Oradan akşam yemeğine geçtik. Sırbistan'dan 5-6 kişi kardeş köyün ileri gelenleri de sergi için gelmişlerdi. Yemekler yendi, şarkılar söylendi. Çok hoş, eğlenceli bir akşamdı... Sabah erkenden  saat 6.30 da Juli'nin arabası ile yola çıktık. Beni Cluj Napoca havaalanına bırakıp Macaristan Vonyarvacheg'e doğru yola çıktılar... Bir başka etkinlikte yeniden buluşmak üzere sözleştik...

Bu güzellikler üzerine gümrükte olanları anlatmasam daha iyi, ama şu kadarını söyleyeyim... Arkadaşlar İngilizce öğrenmek şart, biiir... gümrüktekiler galiba bizden pek hoşlanmıyorlar, iki...

Hülya Sezgin / hulyasezgin@hotmil.com