Oy Çankırı, Çankırı

Hülya SEZGİN

Zaman zaman beni üzseler de sonuçta memleketim. Çocukluğumun ana yurdu... Çankırı'm...

Son günlerde ithal pek çok oyun ve yarışmanın karşıtı olarak TRT'de de bir yarışma yayınlanmaya başlandı.  

“Fincana yüzük saklama”  

Bilir misiniz, siz de oynar mıydınız bilmem ama ben bilirim. Rahmetli babam televizyonun henüz hayatımıza girmediği yıllarda akşamları bize masal, halk hikayeleri, kahramanlık destanları okurdu. Ne keyifti anlatamam. E her akşam kitap okunmaz ki!..  

Bazı akşamlar da oyun oynardık. İşte onlardan biri de “fincanda yüzük saklama”, ya da “mendile yüzük saklama” oyunu idi. İkisi de birbirine benzer bir oyundu. Fincan ya da mendil altına birisi yüzüğü saklayacak, diğerleri ise onu bulmaya çalışacak... Çok eğlenirdik. Hele mendilli olanında ortaya serilen 5-6 mendil altına elimiz girer girer çıkardı.  

Ben diğer oyuncuları kandırmak için yüzüğü bırakıyor gibi elimi hareket ettirir, sonra da mendilin ortasını kabarık bırakırdım ki oraya bıraktığımı sansınlar diye. Bulamadıkları zaman  ise keyfime diyecek yoktu...

Aile bireylerini bir araya getiren, kaynaştıran ve herkesi mutlu eden oyunlardı bunlar. Şimdi öyle mi ya!.. Herkesin elinde ya bir cep telefonu... ya bilgisayar başında... ya da ruh gibi televizyonda genelde  hiç bir yararı olmayan, öğretmeyen abuk subuk dizilerde gözümüz... Her şey sanal... gerçek dünyadan uzaklaştık... birbirimizi anlayamıyoruz... Hem zaten sosyal medyada da klişe sözler dışında  pek de konuşmuyoruz...

Neyse dertlendim gene... sizi de hüzünlendirmeyeyim ve ben en iyisi yeniden çocukluğumda oynadığımız oyunlara döneyim...  

Yere serili yorganın altına babamla birlikte girer uzanırdık. Üstümüzde bir sopa; çevremizde oturan annem ve kardeşlerimden biri sopa ile bize çok kuvetli olmaksızın vuracak. Ve biz yorganın altından üstümüzü açıp yüz ifadelerine göre bize kimin vurduğunu bileceğiz. Bildiğimiz zaman oyunda yanan yorganın altına girecek bu kez de o sopa yiyecek.  

Ne hikmetse bir türlü bilemiyordum ve her seferinde yorganın altına girip sopa yemeye devam ediyordum. Sonunda fark ediyordum ki babam elini yorgandan dışarı çıkarırmış ve o vururmuş bize... daha doğrusu bana!.. E ben de elbet kimi seçersem seçeyim bilemezmişim... İşin tuhaf yanı sopayı yedikçe babamın benden daha çok ay ay.. uy... off... uufff... diye bağırması idi. Gerçeği öğrendikten sonra katıla katıla gülerdik...  

Sonra bir başka oyunda, birimiz ebe olur yere yumulur, diğerlerimiz yumruklarımızı onun sırtına üst üste koyardık ve sorardık “El el üstünde kimin eli var?” Bilemezse sırtını yumruklardık. Ve bilene kadar yumulmayı sürdürürdü ebe...

Bir arada yenen yemeklerimiz de bir başla tatlı olurdu. Ahşap baskı ya da taş baskı ile yapılmış geyik motifli sofra bezi yere serilir, tahta sofra örtü üzerine konulur, kalaylı bakır tencerede pişmiş yemek tahta kaşıkla pırıl pırıl kalaylı tabağa kotarılır ve hepimiz o tabağa kaşık çalardık. Sonra biraz daha büyüyünce babam hepimize ayrı tabak almıştı. Farklı renklerde melamin tabaklardı bunlar. Benim tabağım pembe idi. Kimseye vermezdim onu. Un, şeker çinko kaplarda, peynir zeytin tereyağı tel dolapta saklanırdı...  

Gene hiç aklımdan çıkmayan bir anım ise şöyle idi. Sanırım on üç-on dört yaşlarında idim. Eldivan'da bir köy düğününe gitmiştik. Akşam ortalık kararınca herkes köyün meydanında toplanmıştı. Biz bir evin tepesinden seyrediyorduk.  

Bir grup omuzlarında tabut ile çıkıp geldiler. Tabutu ortaya koydular. Herkeste bir şaşkınlık... Derken tabutun içinden kadın giysili, acayip kılıklı, eli yüzü isle karalanmış, eli sopalı biri çıkmaz mı? Seyredenlerin şaşkınlığı geçmeden oraya buraya koşup önüne geleni elindeki sopayla şakacıktan sopalamaz mı? Elbet oyun olduğu anlaşıldı. Herkes bir yandan kaçışırken diğer yandan da kahkahalarla gülüşüyordu.

O zamanlar köyde elektrik yoktu. İsli gaz lambası yakardık geceleri. Tv. yok, radyo yok... Akşamları yemekten sonra bir araya toplanılır ve öyküler, masallar anlatılır; Anılar tazelenir, şakalaşılır ve oyunlar oynanırdı...

Gündüzden köyün gençleri evlerin duvarına tebeşirle “bu akşam oyun çıkacak” diye yazıyorlardı ve akşam olunca toplanıp böyle oyunlar yaparak eğleniyorlardı. Böylece dostluk, kardeşlik, birliktelik ve paylaşım oluyordu...

O zamanlar Eldivan'da yaşayan annemin amcasını (biz ona amcadede diyorduk) ben çok seviyordum. Rahmetli de beni... Torunu olan kuzenim (fotoğrafçı) Sinan Aydın ile çok oynardık. Ben biraz büyüktüm ondan. Ama iyi anlaşırdık. Yaşlarımız işte gene on bir-on iki gibi... Sarıkayalar'da kiraz bahçesi vardı amcadedemin. At arabasında otların üstüne yatıp, derenin içinden tıngır mıngır su sesleri eşliğinde, gökyüzüne yüzümüzü dönüp ağaçların arasından yüzüme bir vurup bir kaybolan güneş ışıklarına gözümü kırparak gitmek var ya!.. Tanrım tadına doyamazdım!..

 Bir gün amcadedemin evinin önünde bir çukur gördüm. Ne olduğunu merak ettim. İçine girmek keşfetmek istiyorum. Sinan'a "Gel bakalım." diyorum. O biliyor ya... çekici gelmiyor ve istemiyor. Ama ben korktuğum için yalnız inmek istemiyorum. Çukura itiverdim. Arkasından da ben atladım. Meğer patates çukuru imiş. Patatesler taze kalsın diye burada saklanırmış...

Sinan hâlâ her görüşmemizde “Sen beni patates çukuruna ittin.” diye sitem eder... Ne yapayım o da beni mecbur etmeseydi buna...

Ooof of... o günleri özlüyorum ama derdim o zamanlardaki gibi çağın gerisinde kalmak değil. Bir yandan çağa uygun ilerleme kaydederken, diğer yandan değerlerimizi ve özümüzü unutmamak. Bizi kaynaştıran, sevgi ve saygıyı pekiştiren “bir bütünüz” hissini yaşatan geçmiş gelenek ve göreneklerimizden de kopmamak. Onları yaşamak ve gelecek kuşaklara da öğreterek bu amaç doğrultusunda yaşatmak...  

Hele şu günlerde birlik ve beraberliğe o kadar çok ihtiyacımız var ki!..

Hülya Sezgin/ hulyasezgin@hotmail.com