Okta da var yayda da...

Sabiriye ACAR

Ramazan orucu tutmadığım dönemlerde, çayımı, gizlemeden içiyordum. Oruçlu arkadaşlar: "Bize saygı duymak zorundasınız. Yanımızda çay içemezsiniz" diye çıkıştılar. Ben de: "Saygısızlık etmiyorum; etsem ‘Neden oruç tutuyorsun? Tutma...’ gibi laflar eder, sizi engellemeye çalışırım" dedim.

Aradan yıllar geçti. Öğle yemeği yerken bir arkadaş: "Muharrem ayı geldi. Oruç tutacak mısın?" dedi. "Hayır" dememle birlikte masadaki başka bir arkadaş, birden fırladı. "Nasıl böyle konuşursun? Benim inancıma saygı duymak zorundasın" dedi. "Bir dakika ya! Ben, senin inancına bir şey dedim mi? Hayır! ‘Neden muharrem orucu tutuyorsun’ dedim mi? Hayır. Bunun nesi saygısızlık?" diyerek karşılık verdim.

İki karşı mezhebin yanlısı aynı tepkiyi vermişti; "Benim gibi inanmıyorsun, benim gibi ibadet etmiyorsun" diye.

Bir arkadaşın deyimi ile Allah, Bir; Peygamber bir; Kitap bir iken mezheplere ve tarikatlara bölünmüştük. Neden?

Prof. Dr. Akbulut’un deyimi ile: "Siyasetten kaynaklanan ve imana aktarılan şey" yüzünden. Evet evet, siyasetten kaynaklanıp imana aktarılmış bir etken, Muhammed ümmetini böyle bölmüştü. Ve her iki kesimde de neye inandığını veya neyi inkar ettiğini bunu neden yaptığını bilmeyen kişiler var olmuştu. Neden?

Rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’ün deyimi ile: "Kitap’a uymak yerine kitabına uydurmak" yüzünden.

Nasıl olmuştu?

Kur’an’da övülen şura sistemi, Hz. Ali döneminden sonra terk edilmiş Emevi saltanatına geçilmiş; Hz. Ali’nin soyunu katletmeye başlanmıştı. Sonra Abbasiler, "Emeviler’in elinden iktidarı alıp Hz. Ali’nin soyuna vereceğiz" diyerek yaklaşık 100 yıl savaşmış; İktidarı ele geçirdikten sonra Hz. Ali’nin soyunu katletmeyi, Emeviler'in bıraktığı yerden devam ettirmişti.

İyi de Arap devletindeki iktidar kavgası, Türk dünyasına nasıl bulaşmış ve bu milletin Alevi, Sünni, Şii, Kürt, Türk diye bölünmesinin yolunu nasıl açmıştı?       

O da Akkoyunlu Devleti’ndeki damat- kayınbirader arasındaki iktidar savaşı yüzündendi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın kızının oğlu ve oğlunun da damadı olan İsmail, tekke şeyhliğine geçtikten sonra, dayıoğulları olan kayınbiraderlere karşı savaşıp devleti ele geçirmişti.

Savaş yaparken; "Peygamber kızının oğlu Hüseyin de devlet başkanı Yezid’e karşı ayaklanmıştı da Yezit onu öldürmüştü" diyerek; kendisini, Peygamber kızının oğlu Hüseyin ile özdeşleştirmiş; İktidarda hak sahibi olan dayıoğullarını da Yezit ile bir kefeye koymuştu Türkmenleri ve tekke müritlerini de böylece ikna etmiş; iktidarı, o sayede kazanmıştı.

Devletin başına geçince "Akkoyunlu Devleti’ni yıktım; Safevi Devleti’ni kurdum" demiş sonra da Osmanlı’ya karşı Çaldıran Savaşı’na girişmişti. 

İkna ettiği Türkmenler ve tekke müritleri arasında Osmanlı vatandaşları da olduğundan; onların desteğini, Osmanlı’ya karşı yaptığı Çaldıran Savaşı’nda da almıştı. İsmail’i kurtarıcı -ya da Mehdi- gibi gören Osmanlı Türkmenler'i, kendi devletinde "işbirlikçi" durumuna düşmüş ve önemli bir kısım, katledilmişti; tıpkı Suriye’de, Esad'a karşı savaşan Suriye halkı gibi. 

Bundan sonra Ahmet Yaşar Ocak’ın da deyimiyle "Alevi vatandaşlar hem devlet ile hem de Sünni kesim ile arasına mesafe koymuştu." Bir kısmı da, kendisini Kürt olarak tanımlamaya başlamıştı.

Osmanlı dağıldıktan sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde de birileri dinsel kavramları kullandılar; ancak içlerinden suç işleyenler olduysa; cezalarını aldılar. İblis’in durumundan ibret almayanlar, cezasını çektiler.

İblis de, binlerce yıl ibadet ettikten sonra, Adem'e saygısızlık etmiş. Yanlışında diretmesi yüzünden kendini de insanlığı da ziyana sokmuştur. Bunca insanın mağdur edilmesinin bedelini, ona ödetmiştir Allah ve ödetir de.  

Atatürk’ten sonra gelen siyasiler yüzünden Türkler kutuplaşmış; Hakk bağı ile soy bağı arasındaki dengeyi kuramamıştır. Bir yanda Atatürk’e ve Türk’e söverek ümmete hizmet ettiğini sananlar, diğer yanda Atatürk’ü ve diğer her şeyi yaratan Allah’ı yok sayarak O’nun yarattıklarına hizmet ettiğini sananlar.

Bir yanda Yaradan’ı sevip ona ibadet ederken; O’nun yarattıklarına zulmedip vatan borcu, vergi borcu ödemekten kaçınanlar; Bir yanda, kul hakkına dikkat edip karıncayı ezmeyen; ancak Yaradan’ı yok sayanlar.

Bir yanda “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü eleştirip “Türklerin milliyetçilik yapması, ırkçılıktır; en büyük ırkçı, Şeytan’dır. Türkler, İslam kardeşliği uğrunda ölmeli” diyenler diğer yanda “Türklerden başka herkese ırkçılık helal de Türklere mi haram? Türkleri, din kardeşi gibi görmeyen; Soros’un baktığı gözle bakanlar uğrunda mı ölsün Türk çocuğu?” diyenler. (Ne demişti Soros? “Türkiye’nin en iyi ihraç malı, Mehmetçik kanıdır” mı demişti?)

Benim “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünden anladığım şudur: “Senin ataların, başka dinden, ırktan vs olabilir. Dışarıyla iş birliği yapıp bu millete ihanet etmiş olabilir; ancak sen, bu milletin ve devletin iyiliğine çalıştığın sürece ben, sana, geçmiştekilerin hesabını sormam.”

Bir yanda Atatürk’ün “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur” sözünü eleştirip “kan, necistir” diyenler bir yanda “Atatürk bu sözle, Mu’dan gelen safkan Adem kanını kast etti; kendilerinin İblis soyu-Adem soyu melezi mavi kanlı olduğunu iddia edenlere karşı” diyenler. Ve “Laboratuvar ortamında deneme yapmışlar. Türk kanında Devlet kurma yeteneğinin olduğunu görmüşler" diyenler.

Bir yanda “Onlar, sizi dünya ile kandırıp ahiretinizi cehenneme çeviriyor” diyenler bir yanda “Bunlar, sizi ahiretle kandırıp kendileri Dünya’da cenneti yaşıyor sizin dünyanızı da, cehenneme çeviriyor” diyenler.

Bir yanda: “Makarna, kömür uğruna hem kendinizin hem başkalarının dünyasını karartıp ülkeyi uçuruma sürüklüyorsunuz” diyenler; bir yanda: “Dünya zevkleri uğuruna hem kendinizin hem başkalarının ahiretini karartıyorsunuz” diyenler ve bir yanda, insanların bu dünyasını düzeltmek için çırpınanlar bir yanda, ötekilerin ahiretini düzeltmek için çırpınanlar…

Bir yanda, ‘Tek Kitap’ı, anlamadan okumayı yeterli görenler diğer yanda o ‘Tek Kitap’ı yok sayan böylece bir tane Yaratıcı zekanın yazdığı kitaba sırtını dönüp O’nun tarafından yaratılanların; yanılıp Bağdat’tan dönenlerin kitaplarını izleyenler.

Oysa o ‘Bir Kitap’ doğru anlaşılıp uygulansaydı Dünya’daki kitapların en az yarısına konu olan acılar yaşanmazdı. Örn. Zekat, fitre vb. uygulansaydı; ‘Sefiller’deki Jan Valjan’ın hırsızlık yapmasına; Diriliş’teki Katyuşa Maslova’nın fahişelik yapmasına gerek olmazdı. ‘Suç ve Ceza’daki Alyona İvanovna, tefecilik yapmaz yoksullara yardım ederdi. Raskolnikov da tefeci kadını öldürmeye; hem kendini hem çevredeki yoksulları onun sömürüsünden kurtarmaya gerek duymazdı. Ve tefecinin kız kardeşini de “cinayeti biliyor” diye öldürmezdi.

Din sözcüğünü ilahiyatçılar ‘borç’ olarak tanımlar. Bu borcun da çeşitleri vardır. 1- Yaradan’a karşı borçlar. O’nu bilmek; hayatını O’nun ‘olur’ları ‘olmaz’ları doğrultusunda düzenlemek, ona göre yaşamak.

2- Yaratılanlara karşı borçlar. Bunu da kendi içinde ikiye ayırabiliriz.

a) Kişinin kendine borçları: Kendi canını, malını, neslini, aklını koruyup iyi şekilde yaşamasını sağlamak için yapması gerekenler.

b) Yaratılmış olan diğer kullara borçlar.

Bu borçları doğru bir şekilde öderse zaten tüm canlılar için denge ve düzen sağlanmış olur.  

Kur’an’daki 'salat' sözcüğünün en az 18 anlamı olduğunu söyler ilahiyatçılar, zekat, yardım, toplumsal dayanışma, eğitim bilim vs yanında, günde beş kez Yaradan’ın huzuruna çıkıp hesap vermeyi de kapsadığını ifade ederler. 

Bir spor gibi eğilip doğrulma sanılan ‘namaz’ da aslında, bütün olayları her yönüyle görüp bilen her şeye tanık olan ve her türlü yaratmayı yönetmeyi yürüten Yaratıcı’nın karşısına çıkıp hesap verme provasıdır; çok geç olmadan.

O hesap günü -ahiret sorgusu- öncesinin provasıdır. O gün gelmeden, henüz vakit varken ve irademiz elimizde iken ve düzeltme olanağı varken durum  değerlendirmesi yapmak; o Yaratıcı’ya söz vermektir durumumuzu düzelteceğimize dair. Yoksa "iki rekat namaz ile silinir" diye namaz aralarında "günah işleme özgürlüğü" kazandırmaz insana.

Dahası, Kur’an’da yazan ve Hz. Muhammed’ce uygulanan din, bilimle çelişmez. Çelişir sanılmışsa bunun iki nedeni vardır. Ya bilim adamları, Kur’an’da anlatılanları anlayacak düzeye gelemedi ya da din adamları, Kur’an’da ne yazdığını anlayacak ve anlatacak kapasiteye ulaşmadı.

Çünkü Kur’an’da der ki: "Allah’ı gereği gibi takdir edenler, bilim adamlarıdır." Peygamberimiz de bin 400 yıl öncesinden söylemiştir; "Bilim, Çin’de de olsa gidip alınız."

Atamız da demiş ki: "Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir." İlim sözcüğü, hem Kur’an’da yazanları da içeren dinsel bilimler hem de fen bilimleri olarak tanımlandığına göre tek taraflı düşünen herkes, hatalıdır. Yani "Okta da var, yayda da."