Kalabalıklardaki yalnızlar ve Prof.Dr Tolga Akalın

Hülya SEZGİN

O memleketimin en genç, en başarılı profesörlerinden biri. İmza olmuş farklı resimleri ile kalabalıklardaki yalnızları resmeden değerli bir sanatçı... Daha doğrusu günümüz insanının günlük koşuşturmaca ve yoğunluk içinde, şehrin gürültülü karmaşasında aslında içsel olarak yalnızlığını anlatıyor... 

Giresun Üniversitesi Görele Güzel Sanatlar fakültesi'nden Prof.Dr. Tolga Akalın'la bir söyleşi yaptık... 

Sezgin: Sizin kim olduğunuzu okurlarımıza daha iyi anlatabilmemiz için hikâyenizi kısaca bizimle paylaşabilir misiniz? 

Akalın: 1978 Artvin doğumluyum ancak daha yaşıma girmeden ailem Ankara’ya göç etmiş.  Dolayısıyla büyüdüğüm, kültürünü özümsediğim, eğitimimim tüm aşamalarının geçtiği şehir de burası oldu. Üniversite eğitimimin tüm aşamalarını(Lisans, Yüksek Lisans, Doktora) yine bu şehirde bulunan Gazi Üniversitesi Resim-İş Anabilim Dalında tamamladım. İlk eğitimcilik yaşamıma yine bu üniversitede başladım ve burada Doçent oldum. Daha sonra birkaç arkadaş Giresun Üniversitesi Görele Güzel Sanatlar Fakültesine geçtik burada güzel sanatlar fakültesini kurduk. Yine bu fakültede Profesör kadrosuna atandım bir süre Dekan Yardımcılığı yaptım, ancak yöneticilik benim ruhumda yer bulmadı ve bu görevden ayrıldım şu anda da öğretim üyeliği ve kendi özel atölyemde resim ve heykel işlerimi yapmaya devam ediyorum. 

  Sezgin: size sanat ve sanatçı diye sorduğumuzda bu iki kavram ile ilgili ne söylemek istersiniz?  

Akalın: 

Sanat; çoğu kitap, makale ve bilimsel yayının en çok değindiği, tanımını yaptığı ve tartıştığı kavramlardan biridir. Bir akademisyen ve yıllarca bu kavramları derslerinde tartışan ve tartıştıran biri olarak size kitabi bilgiler verebilir ve beylik laflarla sanat şudur budur da diye bilirim. Ancak şu anda bunu yapmayacağım. Daha samimi fikirlerimi söyleyeceğim.   

Alanım ve sohbetin ana konusu olan görsel sanatların bir kolu olan resmin yapılmasının zannedilen kadar basit olmadığını düşünüyorum. İnsanlar var olan bir görselin(manzara,meyve,at,çiçek..vs) kopyasını veya benzerini herhangi bir yere aktarmayı sanatla eşdeğer tutmaktalar. Özellikle yaptıkları görseli orijinal nesneye ne kadar çok benzetirlerse insanların hayranlık duygularının o derece artacağını ve dolayısı ile kendilerinin de iyi birer sanatçı olacaklarını varsayıyorlar. Platon’un felsefesini temellendirdiği idealar dünyası ve bu dünyanın onun bir yansıması olduğu söylemini bilmeyen yoktur. Ve platon buradan yola çıkarak sanat ve sanatçı için bir tanım geliştirmiştir. Bu dünyanın idealar dünyasının bir yansıması(taklidi) olduğunu ve dolayısıyla sanatçının yapmış olduğu eserlerin de taklidin taklidi olacağını savunmuştur ve taklit eserlerin yapımını reddetmiştir. Bunu yanında Aristoteles’in Mimessis yani taklide dayalı temsil kuramı vardır. Bu kuramda sanatçının doğanın taklidini yapma yeteneği ve hazzının bulunduğunu söyler. Bunlara benzer veya karşıt oldukça fikirler ortaya atılmıştır. Temel olarak bu iki filozofun M.Ö 340 lı yıllara denk gelen görüşlerini referans alırsak benim görüşlerim Platondan yana şekil alır.  Tabi ki platonun her düşüncesini savunan biri değilim ancak bu tanımı günümüz sanat ortamlarına uyarlayabileceğimizi de düşünmeden edemiyorum. Özellikle doğanın biçimlerini kendi özgün yaratımlarından ziyade fotoğraflardan ve satışı fazla olan sanatçıların eserlerinin benzerlerinden yola çıkarak yapan ressamların varlığı bildiğimiz ortamlarda Platon’un bu söylemi ve reddedişi belki biraz hafif bile kalabilir. 

 Bunun yerine günümüz sanat ortamındaki görsel üreticileri 1800’lere bir göz atsalar belki Casper Davit Friedrich’le karşılaşacak ve onun “Ressam önünde gördüğünü değil, içinde gördüğünü resmetmelidir” sözüne rastlayacak ve insanın doğa karşısındaki küçüklüğünü ve acizliğini nasıl özgün bir şekilde resmedildiğini görebilecek.  Buradan asıl söylemeye çalıştığım noktaya varabiliriz. Benim için sanat gördüğümüzü aktarmaktan ziyade varlığı sorgulama biçimidir. Sanatçı ise bu sorgulamayı eserlerine yansıtabilen kişidir. Dolayısıyla sanat eseri üretmeye aday kişi felsefeye, psikolojiye, sosyolojiye, edebiyata insanı anlamaya ve onun varlığının nedenlerini sorgulamaya dair birçok alana hâkim olmalı, buralardan beslenmelidir. Kendinden önceki sanatçılarının dertlerini gözlemlemeli, yaşadıkları dönemdeki problemleri bilmeli ve onların sanat yaratımları süreçlerindeki sorgulama biçimlerine tanıklık etmelidir. 

Alain Badiou, “Wittgestein’in Anti-Felsefesi” adlı kitabında,  Wittgestein’ın filozofların nasıl olması gerektiği için yaptığı yorumu kaleme almıştır. Bu kitapta, filozofun yaşadığı çağın çocuğu olması ve bu çağı ve hakikatini ele alması gerektiğini, filozofun çağının diğer dönemlere göre farklılık göstereceğini yani ilk çağdaki hakikat anlayışıyla, orta cağ ve filozofun yaşadığı dönemin hakikat anlayışının aynı olmayacağını söyler. Ayrıca bir filozof asla hükümete yaranmak, başıma bir şey gelmesin diye susmak gibi eylemlere girerek kendini sansürleyemez. Filoz başkalarının kuyruğu değil yaşadığı dönemin başı olması gerekir. Bu yüzden felsefe bir anti görüştür der.” Ben de bu fikirlere katılıyorum. Wittgestein’ın filoz dediği yerlerde, biz sanatçı dersek sanırım ortaya güzel bir sanatçı tanıma çıkabilir. 

Maalesef günümüzde görüntü üreticilerinin çoğunun bu sorgulamalardan uzak sadece galerilerin, eser alıcılarının beğenilerine ve onların zevklerine göre işler ürettiklerine tanık olmaktayız. Ancak bu insanların gözden kaçırdıkları bir şey var; bu beğenilere uygun görseller üretmek belki o anlık maddi ve manevi tatminkârlık hissi yaratabilir. Peki, bu eserler yıllar sonra sanatçının yaşadığı çağa tanıklık edebilecekler mi? Eğer cevabımız hayır ise işte o zaman bu eserler sanat çöplüğünde yok olup gitmeye mahkûm olacaklardır. Çok basit ve herkesin bildiği bir örnekle ne demek istediğimi bir sanatçı üzerinden net bir şekilde açıklamak isterim. 

Van Gogh’un Kardeşi Theo’nun Paris’te bir galeri yöneticisi olmasına rağmen hayatı boyunca sadece bir eserini satabildiğini birçok kaynak yazmaktadır. Peki, döneminde anlaşılmayan, eserleri beğenilmeyen ve sanat alıcısı tarafından eserlerine para verilmeyen Van Gogh kötü bir ressam mıydı?  Bu ressam madem bu kadar kötüydü o zaman biz neden şimdi onun eserlerinin orijinallerini görebilmek için milyonlarca uçak parası ve bir o kadar da yan masraflar yaparak adına kurulmuş müzelere, eserlerinin paylaşıldığı büyük galerilere gitmek için can atıyoruz? Hatta çoğu eserine paha biçilemediği için kopyalarını yapıyoruz. Baskı makinelerinden çıkarılmış röprodüksiyonlarına para vererek evimizin duvarlarını asıyoruz. Aslında bunların cevabı oldukça basittir; Van Gogh eserlerinde yaşamını, dönemini ve bulunduğu doğayı sorgulamış bunu yaparken de daha önce kimsenin uygulamadığı teknikleri kullanmıştır. Sonuçta sorgulamadan uzak, gördüğü ve alışık olduğundan farklı bir şeyler gördüğü zaman beğenmeyen, korkan insanların algısından daha öte işler ortaya çıkardığı için kendi döneminde beğenilmemiş fakat onun eserlerine o dönemdeki geleceğin insanları yani günümüz insanları sahip çıkmıştır. Sanatçının yaşadığı döneminde başka eser üretenler, bu işten para kazananlar yok muydu? Tabii ki vardı ama biraz önce bahsettiğimiz sanatın çöplüğünde onlar yok oldular ve bizim onlardan haberimiz bile olmadı. İşte eser üretenlerin burada kendilerine sormaları gereken soru “geleceğe mi kalmak istiyorum yoksa sanat çöplüğünde yok olmak mı istiyorum?”  Bence sanatçı olmak isteyen herkesin bu soruyu kendine en az bir kere sorması gerekir. 

Sezgin: Eserlerinizi oluşturan belli konular var mı, bunları eserlere yansıtmadan önceki düşünceleriniz nelerdir? 

Akalın:  Biraz önce bahsettiğim varlığı sorguluyorum. Bunu yapabilmem için en yakından, kendimin de dâhil olduğu sınıfı yani insanı, onun yaşam alanlarını ve kendi eliyle yaptığı yapay mekânları ve bu mekânlara ne kadar uyum sağlayabildiğini sorguluyorum. 

Bu sorgulamayı yaparken benden önce varlığı sorgulayan felsefecileri, psikologları, sosyologları, sanatçıları araştırıp okumalar yapıyor ve kendi fikirlerimle özleştirmeye çalışıyorum. Bunlardan birisi Jacques Derrida’dır ve felsefesinin temelini dil oluşturur ancak bununla ilgili söylemini gösterge yani semboller üzerinden tartışırsak  “saf bir doğaçlamanın imkânsız” olduğunu söylediğini anlayabiliriz. Bende bu söylemi kendi resimlerim için söyleyebilirim.  Resimlerimdeki figürlerin yüzeydeki dağılımına ve yerleştirildikleri geometrik alanlara bakıldığı zaman doğaçlama etkisi verebilir ancak her bir figürün ve yerleştiği yer hem birbirleriyle olan ilişkisi bakımından hem de bulunduğu alan(mekan)  bakımından kurgusal bir yerleştirmedir ve doğaçlama söz konusu değildir. Bunun nedeni ise insanların yaşam ortamlarında birbiriyle doğal bir ilişkisi varmış etkisi vermesi ancak öze inildiğinde bu ilişkilerin çoğunun doğal olmaktan uzak mecburiyetlerin sonucu oluştuğunu anlamamdandır. Özellikle günümüz dönemindeki materyalizmden ve sınıfsal ayrışımların varlığından yola çıkararak bir önermede bulunduğumuzda; bu sınıflardan birinin geliri arttıkça diğerin gelirinin azaldığını ve çoğu şeyden yoksun kaldıklarını da kabul etmek zorunda kalırız.  Derrida bu sınıfların hangisinin daha iyi olduğu konusunda “Apori” terimini ortaya çıkarmış ve terimi de karar verilemezlik olarak tanımlamıştır. Yani hangi sınıfın daha iyi olduğuna karar verilemeyeceğini söylemektedir. Ben burada Derrida’dan ayrılarak Foucault’un iktidar ve tahakküm üzerine yaptığı söylemleri dikkate almayı tercih ediyorum ve “Hapishanenin Doğuşu” adlı kitabında değindiği insanları hizaya sokmak için uygulanılan ceza yöntemlerini ve bunların nasıl değiştiğini anlatan söylemi özellikle dikkatimi çekmiştir. Bu kitapta “Paris Genç Mahkumlar ceza evinin yönetmeliğindeki “….tutuklular güne kışın saat 6 da, yazın 5 de başlayacaklardır, çalışma süresi her mevsimde günde 9 saat sürecektir, günde 2 saat eğitime ayrılacaktır….” Sözleri eminim ki hayatını idame ettirmek için özel veya devlet kurumlarında çalışan birinin zihninde önemli bir yere oturacaktır. İnsanın kendi eliyle inşa ettiği mekânlarının aslında varlıklarını sürdürebilmek için yaptıkları modern hapishaneler olduğu gerçeğinin de farkına varacaklardır. 

Benim sanatımı icra ederken, bu sorgulamalar sonucu insanın kendi eliyle yaptığı ve aslında organizmasının yaşamı için çok uygun olmadığı mekanlara belli bir süre sahip olabilmek için kısa ömrünü nasıl feda ettiğine ve kendi yarattığı kavramlarının doğanın bir parçasıymış gibi içselleştirmesine kendi dünyamdan bakıyorum. Ve bu sorgulamayı yaparken ortaya çıkan resimlerimi yeniden aynı şekilde sorguluyor ve beğenmediğim yerleri defalarca yeniden ele alıyorum. O yüzden benim resimlerim çok katmanlıdır. Bu katmanlar hayatın içindeki zamanın akışı gibi geçmiş yaşamlara, onların birikimlerine ve en sonunda da ortaya çıkan görüntüye yani günümüze tanıklık etmektedir. 

Sezgin: Sanatla olan yolculuğunuza nasıl başladınız? Yolculuğunuzla ilgili serüveninizi bizlerle paylaşabilir misiniz? 

Akalın: Ben aslında sanat ortamlarına küçüklüğümden beri uzak değilim. Babamın mesleği fotoğrafçılıktı ve bir esnaf stüdyosu vardı. Onun yanında fotoğrafa dair bütün teknikleri öğrendim. Ancak kendimi bildim bile iyi bir kitap okuyucusu, filim ve tiyatro izleyicisiydim. Burada edindiğim entelektüel bilgileri ve sorgulamalarımı bir yöntemle dışa vurmam gerektiğini hissettim. Ancak fotoğrafla bunu bir yere kadar götürebildim ve o arada resme yeteneğim olduğunu keşfettim. Kısa bir süre çalışma ile Gazi Resim İş Öğretmenliğini kazandım ve bu süreç günümüze kadar çeşitli aşamalarla devam ederek geldi.  

Sezgin: Tarzınızı ve retrospektif geçmişinizi dikkate alarak kendinizi bir akımın / ekolün temsilcisi olarak görüyor musunuz? 

Akalın: Üniversite hocası olduğunuz zaman ister istemez sanat tarihine hâkim olmak zorunda kalıyorsunuz. Benim de özellikle incelediğim, sanatına hayranlık duyduğum sanatçılar tabi ki var. 

Bununla birlikte dönemimdeki insanların bireyselleşmesini eleştirirken burada paradoksa düşüyorum ve sanatta bireyselliğin ve kendine özgü olmanın, bilindik tekniklerle farklı bir sanat dili oluşturmanın önemli olduğunu devamlı söylüyorum. Bu düşüncemin gereği olarak da çalışmalarımın bu yönde gitmesini istediğim için herhangi bir akımın veya sanatsal hareketin içinde yer almadığımı söyleyebilirim. En azından sanat izleyicilerinin benim eserlerim ile ilk karşılaşmalarında farklı bulduklarını ve daha önce böyle bir anlatıma şahitlik etmediklerini söylediklerine tanıklık ettim. Umarım ileriki yıllarda kendi söylemimle çelişmem.  

Sezgin: Eserlerinizi üretirken diğer sanat dallarının etkisi altında kaldığınız oluyor mu? 

Akalın: Etkilendiğim oluyor. Özellikle fotoğraf alanında küçüklükten kalma kadraj bilgisinin resimlerimde dengeli bir kompozisyon kurma isteğime oldukça yardımcı olduğunu söyleyebilirim. Bunun yanında resimlerimde ele aldığım ince ve çoğu organlardan yoksun bıraktığım figürlerin üç boyutlu hallerinin gerçek mekanlarda nasıl yer bulacağı düşüncesinden yola çıkarak oldukça ince ve az hacimli metal heykellerde yapıyorum. Bu işlerimde resimler kadar ilgi görüyor. 

Sezgin: Eserlerinize yüklediğiniz anlam veya duygularınızın izleyicide karşılığını alabiliyor musunuz? Bu durum size neler hissettiriyor? 

Akalın: Bu soruyu samimi olarak cevaplamam gerekirse, izleyiciler eserleri beğeniyorlar ancak farklı ve anlamasının zor olduğunu söylüyorlar. Özellikle “eserleriniz ne anlatıyor?” sorusuna oldukça maruz kalıyorum. İzleyiciye yüzeysel bilgi verdikten sonra, iki duyguyla karşı karşıya bırakıyorum. Bir kısmı kendi dünyasıyla yüz yüze gelip korktuğunu, bir kısmı yaşadığımız ortamı algılama şeklimizin aynı paydada buluşmasından dolayı resimlerimden keyif aldıklarını söylüyorlar. 

Birde bunlardan daha öte bir durumla karşı karşıya kalıyorum, Milli Eğitimde resim öğretmenliği yapanlar konferanslarda benim resimlerimi ele alarak sunu yapıyorlar. Yine üniversitelerin güzel sanatlar alanında yüksek lisans ve doktora derslerinde resimlerim ve heykellerim ele alınarak inceleniyor, biçimsel ve düşünsel anlamda sorgulanıyor. Benim için asıl keyif bu. 

Sezgin: Eserleriniz alıcı buluyor mu ve kimler tarafından daha çok tercih ediliyor? 

Akalın: Bunu söylemek ne kadar doğru olur bilmiyorum ama genellikle farklı işlerden keyif alan, sadece duvarını süslemek değil eser karşısında saatlerce durup izlemek isteyenlerin ve kendi dünya görüşleriyle ortak paydada bulaşan kişilerin aldığını biliyorum. Özellikle sanat, tıp ve psikoloji eğitimi almış insanların daha çok etkilendiğini gözlemleyebildim. Bunun dışında eserlerin çoğu galeri ve müzayedelerden satıldığı için tanışmadığım alıcılarda oldu ve haliyle onların eğitim ve mesleklerini bilemiyorum. 

Sezgin: Meydana getirmiş olduğunuz tasarımlarınızı / ürünlerinizi alanlar, neden alıyorlar? 

Akalın: Benim eserlerimi duvarlarında süs olsun diye değil gerçek anlamda sanattan haz alan, eser karşısında saatlerini geçirmek isteyen ve gelecekte te hem manevi hem de maddi anlamda karşılığı olacağını düşünen kişilerin aldığını biliyorum.