İyi niyetli tombul otobüs şoförü ve Cumalıkızık...

Hülya SEZGİN

Zaman zaman yaşantımıza öyle insanlar girer ki can gibi... canan gibi... yerine göre kardeşten, akrabadan öte... Çok seversiniz, kendinizden bilirsiniz. Derken bir gün ekmeklerini başka yerlerde ararken sizden uzaklaşıverirler. İçinizde bir boşluk hissedersiniz. Ararsınız, özlersiniz...

İşte tam da böyle yakınlarım vardı. Özlem ile Rauf Önal çifti. On yıl kadar önceydi. Yeni evli şeker bir çift. Karşıma komşu olarak geldiler. Bir süre sonra bu güzel aileye şirin kızları Elif'cik de katıldı. Öyle çok sevdik birbirimizi karşılıklı, anlaştık. Elif'cik elimizde büyüdü. Annesi benim adımı “Hülüş” dedirtmeye çalışırken o beceremeyip “Hüşü” deyiverdi. Hüşü aşağı... Hüşü yukarı... Eşim Hikmet'e ise kısaca “Dede” diyordu. Elif kapıdan bana bağırıyordu “Hüşü bana et yap, tavuk yap, börek yap. Ben hapur hupur yiyeyim, fosur fosur uyuyayım...” Torun sayılır. Yapmamak olur mu hiç? Hemen hamur yoğurur börek açardım. Yer sonra da uyur kalırdı yavrucak...
Derken işleri gereği hayallerinin peşinden Çanakkale Geyikli'ye gittiler. Rauf ziraat mühendisi. Kemallı köyüne yerleştiler. İkiyüz dönüme yakın zeytinlik aldılar. Köy  altıyüz yıl öncesi Selçuklular zamanında  Kemal Bey tarafından kurulmuş. Kemal bey hamam, ölümünden sonra da oğlu Asılhan Bey tarafından  köy camisi inşa ettirilmiş. Cami köyün tek camisi ve hâlâ kullanılıyor.   Köy adını kurucusu Kemal Bey'den almış. Dörtyüz elli nüfuslu küçük şirin bir köy.

İlk gittikleri günlerde bir gün bir yerde otururlarken yan masada oturan bir hanım kahkaha atmış. Elif bunu duyunca “Anne bak aynı Hüşü'm gibi gülüyor.” demiş. Özlem bunu bana anlattığında nerede ise ağlayacaktım. İzmir ile bağlantıları ve sevdikleri olduğundan sık sık geliyorlar bir arada oluyorduk ama ben bir türlü çağırmalarına karşılık oraya gidememiştim. Nihayet geçtiğimiz günlerde gittim Geyikli'ye çok şükür...

Yirmibeş dönüm içine taş bir ev yapmışlar. Rauf'un işi organik zeytinyağı üretimi ve ihracatı. Şimdi hayvancılık, süt-süt ürünlerini de devreye sokmuş ve tam bir çiftlik hayatı yaşıyorlar artık. Muhteşem bir doğa içinde et-süt inekleri, tavuklar, kazlar, keçiler, köpekleri var. Evin salonunun bir duvarı tamamen cam, manzaraya karşı . Sessiz, sakin. Bak bak zihnin boşalsın, huzur bul...

“Bal da yapıyor musunuz?” diye sordum Özlem'e. “Bir ara yaptık. Arılar sokup Rauf'un bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olana kadar sürdü.” diye yanıtladı. Akşam Elif'i okuldan almaya gittiğinde Rauf Elif “Sen benim babam değilsin” demiş. O denli yani. Babası olduğuna zor ikna etmiş çocuğu. “Başlarım arınıza balınıza” dedi ve verdi kovanları.” diye sürdürdü lafını...  

Özlem'le sohbetimiz bana baldan tatlı gelir. Oradaki doğal yaşamı anlatıyor:
 “Domuz gibi biliyor denir ya hani Hülya abla... doğru vallahi! Bazen tarlalara gelip zarar veriyor domuzlar. Köylüler  ellerinde tüfek ağaca tünüyor, bütün gece bekliyorlar. O gece bir tane bile domuz  gelmiyor... Tel çevirmişler. Sabah tarla gene talan. Ama telde kopukluk ya da kazılmış yer yok! Anlayamamışlar. En sonunda bir gece sotaya yatıp beklemişler. Domuz dişleri ile teli kaldırıp yavruları tek tek geçiriyor, yavrular doyunca aynı yöntemle tek tek geri çıkartıyormuş. Tellere düşük voltajlı elektrik vermişler. Bu kez de hızla koşup giriyorlar gene koşarak çıkıyor; bunu gören ötekiler de öğrenip öyle yapıyorlarmış. Domuzlar akıllı her şeyi biliyorlar. Hani bir de kaz kafalı lafı var ya, o da doğru!..  Kazlar her gün gittikleri yerde işaret belliyorlar. Örneğin bir taş var ve onun yanından geçerek gidiyorlar. Eğer o taşı kaldırırsan şaşırıp yollarını bulamıyorlar...”

Ben orada iken Rauf yeni 6 inek daha aldı. Simenta cinsi süt ineği ile et ve süt verimli limuzin cinsi inek. Birer de yavruları var. Yavrular doymak bilmiyor cakcuk-cakcuk emip sabaha kadar bütün sütleri boşaltmışlar. Rauf öfkeleniyor... “Bu koca danaları ben ayırayım da analarından görsünler. Yeme başlamaları gerek artık” diyor.
 
Gidişimin ikinci günü Bozcaada'ya gitmeye karar verdik.Türkiye'nin üçüncü büyük adası. Hemen Geyikli'nin karşısında. Feribot seferleri düzenleniyor. Çok güzel eski Rum Evleri, kalesi ve Ayazma plajı ile bir dünya harikası. Bence  muhakkak gidilmesi gereken yerlerden. Elbet meşhur şarapları da unutulmamalı. Konaklama biraz pahalı ama buna değer. Konaklamada eski Rum evlerinde pansiyonculuk ön planda. Sabah gittik, akşama döndük. Şirin bir sahil kasabası. Çok gezeni var. kalabalık... Kalabalığa şaşan simitçi “Allah Allah! Memlekette daş mı görmediniz. Bu ne böyle!” dedi. O güzel evlerin bol bol fotoğrafını çektim...

İki gün sonra önceden planladığımız gibi Özlem, Elif ve ben Bursa Cumalıkızık'a gittik. Rauf işleri nedeniyle gelemedi. Bursa'ya hareket etmeden önce Ezine otogarından hemen iki paket meşhur peynir tatlısı aldım eşim Hikmet'ciğime... Çünkü işleri nedeni ile o gelemedi. Bari tatlısını yesin.
 
Beş saat yolculuktan sonra Bursa'ya indik. Cumalıkızık'a gidecek araç arayışı içindeyiz. Sanki herkes yabancı. Sorduğumuz kimse gösteremedi. En son “Belediye otobüsleri kalkıyor hareket memurluğuna sorun” dediler. Gittik. Topluca bir şoför “Ben gidiyorum. Birazdan kalkacağım. Siz “yolkart” alın” dedi. Aldık... otobüse bindik. Gidiyoruz. Yabancı olduğumuzdan şoförün arkasındaki koltuğa oturduk. Kutlu doğum haftası nedeni ile acayip bir kalabalık. Meğer o otobüs bütün Bursa'yı dolaşıyormuş. Tombul şoförümüz Ulucami'yi ve bazı yerleri bize gösterdiği için mutlu. Bütün gecekondu mahallelerini bile dolaştık. Sıcak, kalabalık... biz yorgunuz... bir an önce yerimize ulaşmak istiyoruz. Bir buçuk saate yakın zıplaya zıplaya hışırımız çıkmış vaziyettede son durağa geldik. Şoförün dediği numaralı otobüsü bulduk. Dediler ki durakta bekleyin. Bir süre sonra araca bindi şoför... “Tamam” dedik duraktan binip gideceğiz. Derken otobüs bizi almadan basrı gitti!.. Delirdim... İsyan etmeye başladım artık. Hareket amirliğinden şef geldi “Ne oldu?” “Şoför bizi almadan gitti.” Meğer şoför biner binmez biz de binmeliymişiz. Duraktan almazmış. “O zaman durağı neden yaptınız?” dedim. Rizede de değildik ama... Neyse uzatmayayım en son başka bir otobüs ile geri merkeze gittik ve Cumalıkızık'a giden minübüse binerek yerimize ulaştık. Aslında son derece kolaymış!.. İyilik sever (aklınca) tombul otobüs şoförümüzün kurbanı oluşuz...

Önceden rezervasyonumuzu falan yapmıştık. Biz güneşten bunalırken uzaktan tepesinde kardan şapkası ile Uludağ çok hoş görünüyordu. Gördüğüm güzellikler karşısında çılgınlar gibi fotoğraf çekiyordum. Bunu gören Elif çekme nedenimi bildiğinden “Hüşü çok çalışman gerek. Hepsini yapamazsın, ömrün yetmez.” dedi.

UNESCO tarafından Dünya mirasları listesine alınan Cumalıkızık Uludağ'ın kuzey yamaçlarına kurulu Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örneklerinden 700 yıllık Kızık köylerinden biri. Rengarenk boyanan evleri, doğanın muhteşem renkleri ile bir araya gelince renk cümbüşü içinde insana yaşama sevinci veriyor. Halk geçmişine sadık kalarak mürevazı yöresel yaşamlarını sürdürüyor. Kadınlar el ürünlerini satıyorlar. “Silor” diye bir hamur çeşidi yapıyorlar. Ben de aldım.  Sonra eve gelince de bir güzel yaptım. Süt ve yumurta ile yoğurulan hamur açılıyor. Karşılıklı iki uçtan yuvarlanıyor. Birer santim kalınlığında kesilip fırınlanıyor. Sonra haşlanmış diftilmiş tavuk eti ya da kavrulmuş kıyma ve sıcak et-tavuk suyu üzerine dökülüp biraz fırınlanıyor sarmısaklı yoğurt ve kızdırılmış renkli tereyağı.... Mmmm nefis... mantı gibi... yanında yatma da ye!..

Cin aralığı denen bir metre genişliğinde kısa bir sokak var. Adının öyküsünü merak ettim ve antika eşya satan beye sordum. Kurtuluş savaşı sırasında teslim olmayan asi köyün erkekleri Yunan işgali sırasında birlik olup uzaktan görülmeyen o aralıktan dağa kaçmışlar. Yunan subayları gelip “Türkler nerede?” diye sorunca oradakiler “Cin aldı” yanıtını vermişler. Ertesi gün kaçanlar diğer köylülerle birleşerek geri dönmüş ve Yunandan geri almışlar köyü. Harika bir yer, bayıldım...

İki gün sonunda Özlem ve Elif Çanakkale'ye, ben İzmir'e doğru yola çıktık. Kısa ama doyurucu bir gezi olmuştu benim için. Hem sevdiklerimi görüp özlem gidermiş, hem de kısa sürede çok güzel yerler görmüştüm. Başımı otobüsün camına dayadım. Bahar sanki sarı,kırmızı,mor ve pembe renkli kalemleri ile  ustaca boyamıştı doğayı. Telefonumun kamerasını otobüsün camına yapıştırıp sık sık fotoğraflarını çektim... Şimdi artık Elif'imin de dediği gibi çoook çalışmam gerek çok!..

Hülya SEZGİN / hulyasezgin@hotmail.com