Genetik miras ve milli ruh...

Ruhittin SÖNMEZ

Soğuk iklimlerde yaşayan insanlar, ılıman iklimlerde yaşayanlara kıyasla, düşük sıcaklıklara daha dayanıklı oluyor. Bu uyumluluklarının sebebinin genetik bir farklılık olabileceği öngörülüyor.

Çünkü birisi soğuk iklimli bir yere yerleşip on yıllarca orada yaşasa bile, nesillerden beri orada yaşayan insanlar kadar soğuğa direnç kazanamıyor. Araştırmacılar, Sibiryalılar'ın aynı toplulukta yaşayan ve oranın yerlisi olmayan Ruslar'la karşılaştırıldığında soğuğa daha iyi adapte olduklarını keşfettiler. 

Soğuk iklimlerde yaşayan insanlar daha yüksek bazal metabolik hızlara (yaklaşık yüzde 50 daha yüksek) sahiptir. Ayrıca vücutları titremeye gerek duymadan sıcaklığını daha iyi koruyabilir ve vücutlarında daha az; yüzlerinde de daha fazla miktarda ter bezi bulunur.

Bu tür adaptasyonlar sebebiyle, Avustralyalılar çok soğuk gecelerde barınak veya kıyafet olmadan yerde uyuyabiliyorlar.

Tibetliler 4 bin metreyi aşan bir yükseklikte yaşıyorlar ve deniz seviyesine oranla %40 daha az oksijen içeren havayı solumaya alışkınlar. Yüzyıllar içerisinde vücutları, her nefeste daha fazla havayı solumayı mümkün kılan geniş göğüs kafesleri ve daha büyük akciğer kapasiteleri geliştirerek, bu düşük oksijenli ortamda yaşamanın zorluklarını telafi etmiştir. 

Bu bakımdan Everest gibi yüksek dağlara çıkan profesyonel dağcılar birçok teknolojik destek ile hayatta kalmaya çalışırken, yüksek irtifalarda Tibetliler ve Nepalliler pek sıkıntı çekmiyorlar.

Bilim insanları bu tür adaptasyonların kısa zamanda gerçekleşmediği, ortalama 100 nesilde oluştuğu kanaatindeler.

*  *  *

İnsan gözü havada görecek şekilde programlanmıştır. Su altında her şeyi bulanık görürüz. Ancak Moken kabilesinin çocukları, denizin 22 metre altında bile, tıpkı karada olduğu gibi gözlerini tamamen açıyor ve karada gördükleri kadar net bir şekilde görebiliyorlar.

Mokenler yılın sekiz ayını teknelerinde veya su üzerindeki evlerinde geçirir. Sadece okyanustan toplanan yiyecek veya deniz kabuklarını takas ederek ihtiyaçları olan şeyleri almak için karaya çıkarlar.

Her gün, hiçbir modern teçhizat kullanmadan, bu işi yapan çocukların gözleri suya daldıklarında şekil değiştirerek su altında metrelerce mesafeyi bile net olarak görebilme yeteneği kazanıyormuş.

Test edildiğinde, Moken çocuklarının Avrupalı çocuklara göre iki kat daha net su altı görüşüne sahip oldukları görülmüş.

Ayrıca Avrupalı çocukların gözleri tuzlu sudan tahriş olurken, Moken çocuklarının 30 dalış sonrasında bile herhangi bir rahatsızlık yaşamadığı tespit edilmiş.

*  *  *

RUHUMUZUN MUTASYONU

İnsanoğlunun hayatını sağlıklı ve verimli devam ettirebilmesi için coğrafya, iklim gibi fiziksel şartlara uyum sağlama yeteneği olduğuna dair çok sayıda örnek var.

Vücudumuz coğrafyaya, toprağa, iklime, atmosfere, kısacası biyosfere uyum sağlamak için bazen nesiller süren mutasyonlarla fiziksel değişime uğrar. Bu değişim soğuk iklimden sıcak iklime geçtiğimizde, yüksek irtifadan sahillere indiğimizde de kolayca kaybolmaz. Nesiller sonra bile bu genetik yapının korunduğu görülür.

Oysaki eğitim sonucu geliştirilmiş yetenekler kullanılmadığında bir süre sonra unutulmaktadır.

Bu uyum sağlama sadece bedenimizle mi alakalıdır? Ruhumuz da çevresel şartların nesiller boyu süren etkisi ile kalıcı olarak şekillenmiş olabilir mi?

Yeniçağ Gazetesi yazarı Arslan Bulut zaman zaman Gumilev adlı bir bilim adamının kuramından (teorisinden) bahseder.

L. N. Gumilev babası Rus, annesi Kırım Tatar Türk’ü olan bir bilim adamı. “Halkların şekillenişi, yükselişi ve düşüşünü” konu alan “etnogenez kuramının” kurucusudur.

Bu kurama göre, “milletlerin ruhu, esas olarak, coğrafyaya, toprağa, iklime, atmosfere, kısacası biyosfere bağlıdır...”

“Biyosfer hava, su, üzerinde yaşadığımız toprak, dolayısıyla vücudumuzu meydana getiren elementler ve iklim gibi doğal ortama denir. Bu ortamı insanlar oluşturmuyor. Milletlerin varlığı manevi güçlerine, manevi güçleri de biyosfere bağlıdır. Dolayısıyla milletlerin kaderini, biyosferi yaratan Tanrı belirler.”

Gumilev kuramında, bu sürecin tüm zamanlar ve tüm mekânlar için evrensel bir yasa olduğunu ortaya koymaktadır.

*  *  *

Alev Alatlı Türkler ve Türkiye’yi diğer milletlerden ve ülkelerden ayırır: “Düz akılla anlaşılmaz, pergele, cetvele gelmez, kendisine has bir kimliği vardır Türkiye’nin. Batmaz. Batarsa, okyanuslar taşar” der.

Atatürk, “Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevi kuvveti, bütün milletlerin manevi kuvvetlerinin üstündedir” diyerek milli ruhumuzun farkını kuvvetle vurgular.

Hakikaten Türk Milletinin diğer milletlerin fertleriyle benzeşen birçok özellikleri olduğu gibi bizi farklı kılan özelliklerimiz de olduğu muhakkaktır. Tıpkı Japonları, İngilizleri, Hintlileri diğer milletlerden ayıran özellikler olduğu gibi.

Milletimizin ruhu diğer milletlerden farklı olarak biyosferin veya yaşadığı binlerce yıllık tecrübenin tesiriyle mutasyona uğramıştır. Millî ruhumuz bütün olumsuz şartlarda hayatta kalmak üzere programlanmıştır. Bu bakımdan diğer milletlerden üstün bir özelliği vardır.

İçeriden ve dışarıdan, ekonomik ve siyasi gücü elinde tutanlar, her türlü propaganda aracını kullanarak bu ruhu ele geçirme çabasındalar. Buna rağmen Millî Ruhun bu saldırılara karşı direnebilmesi tesadüf değildir. Çünkü, Arslan Bulut’un cümlesiyle, “Türk Milleti’ne Tanrı tarafından verilen görev bitmemiştir ve dünya durdukça bitmeyecektir.”

Millî Ruh mutlaka bu kutlu görevin farkına varacak, Türk’ün gücü şahlanacaktır. İnsanlık ailesinin mutluluğu ve gelişmesine en yüksek katkıyı veren milletlerden biri olacağız. O günler kesinlikle gelecektir.

Allah bize de o günleri görmeyi nasip etsin.