EHLİ YAPARSA…

Mehmet YILMAZ

Önsöz: Her gördüğünüz sakallıyı dedeniz sanırsanız, ebenizin “zevcesi” çok olur… Keşişlere ait bir tarikat okulundan mezun olan genç ve heyecanlı, iç dışı “hizmet” aşkı ile dolu olan genç rahip, orta halli bir yerleşim yeri olan bir kasabanın kilisesine vaiz olarak atanır.
Ve ilk pazardan itibaren kilisesinin takipçilerini irşat etmek için kürsüye çıkıp bütün heyecanı ile vaazına başlar. Ancak bir süre sonra önce biraz geçkinceler başta olmak üzere, vaazın sonuna doğru bütün cemaatten horuldanmalar gelir. Cümle ahali derin uykudadır.

Bir hafta böyle iki hafta böyle, takip eden haftalarda da aynı uyku hali… Usta bir hipnozcunun dahi kolay kolay başaramayacağı bir durum yaratmıştır… Ancak mevcut durum genç papazın da canını sıkmaktadır ve sorunu çözmek için kafa yormaktadır.
En sonunda halk arasında belagatı ve derin bilgisi ile tanınmış olan amiri kardinalden yardım istemeye karar verir. Kardinalin huzuruna çıkar ve derdini anlatıp ne yapması gerektiğini sorar. Kardinal de çözüm olarak kürsünün yanında daima ucu sivri bir sopa bulundurmasını, vaaz sırasında da cemaatten genç birine bu sopayı vermesini söyler. Genç papaz, kardinalin bu önerisin kendince yorumlar ve kardinale:
- Ben bunu niye akıl edemedim, tabi ya, cemaat uyumaya başlayınca bu sopayı uyuyanlara dürterse, o kişi bir daha vaaz sona kadar uyumaz, kardinal hazretleri bu çok iyi bir fikir, der. Kardinal, biraz üzgün, biraz müstehzi bir edayla cevap verir:
- Evladım beni yanlış anladın, o kazığı cemaate dürtmen için değil, cemaat uymaya başladığı zaman sana dürtmesi için bulunduracaksın; ki uyku ilacı modunda konuşmaktan vazgeçesin…
Aslında cemaatin tek derdi pazardan pazara vaazlarda uyumak olsa çok da dert edilecek bir durum değil…
Bu anlar, farkında olmadan bir “yeteneğin” filizlendiği anlardır…
Stajyer papazımız aslında bu “toplu uyutma” yeteneğinin o an için farkında olmasa da asıl gelecek zamanlarda nasıl işe yaradığını görecektir; hem de hayal bile edemediği ölçüde…

Aradan zaman, köprünü altından başka sular seller geçer, gel zaman git zaman derken genç papazımız “asistanlık” aşamasına gelmiş, piskopos mevkiine kadar yükselmiştir. Bu zamanda biraz teknik, biraz taktik bilgi ve de “hayat tecrübesi” de edinmiştir.
Artık kasaba ahalisini ilgilendiren daha hassas bir durum vardır.
Pazar vaazlarının yeni gündemi yoğun bir şekilde kiliseyi sevmek, ahlak, namus üzerine vaazlar vermek olmuştur. Ayrıca her vaazın bir yerinde, özellikle de sonunda zinanın kötülüğü üzerine uzun uzun konuşmalar yapmakta, cennete gitmenin yolunun dürüst olmaktan geçtiği, cemaatten biri zina yaparsa yerde yerin, gökte göğün titreyeceğini söyleyerek vaazlarını bitirmektedir.
Cemaat cüşuhuruş içindedir…

Ama kazın ayağı da göründüğü gibi değil… Kilise dışı zamanlarda içlerinde cemaat ahalisinden bazıları da olmak üzere ve de kasabada herkesin gözü üzerinde olan bir yosma da dahil olmak üzere, vaaz ettiklerine mugayir iş ve ilişkiler içindedir.
Bir Pazar günü yine “klasik” bir vaazdan sonra piskopos soluğu doğruca fakirhanesinde alır ve tabi yanda kasabanın yosması…
Halvet ahvalinin arasında yosma sorar:
- Ya rahip, her pazar vaazında ahlaktan namustan bahsedip, bir zina olursa yerde yer, gökte gök titrer diyorsun da, kendin yapınca yerde yer gökte gök titremiyor mu? Piskopos gayet rahat bir şekilde:
- Ehli yaparsa yorgan bile titremez…

Son söz: Piskopos artık “başrahip” mertebesine erişmiş ve manastırın başındadır…