Deli... Veli... Ölü... Diri...

Faruk YÜCER

Bir köşe yazımda başlık, ‘Aklımdaki Deli Sorular’ idi.

Ülkemizi ilgilendiren birtakım sorular sormuş, bir kısmını cevaplamış, bir kısmını da muhataplarına havale etmiştim.

Yazı, yine bu köşede yayınlandıktan sonra, birçok okuyucum gerek mesajla, gerek telefonla, gerekse şahsen görüş bildirdi.

Büyük çoğunluk, bunların deli sorular değil, aksine tam akıl soruları olduğunu ifade ederek kendi fikirlerini beyan ettiler.

Bir arkadaşım da "Hocam bu sorular ‘deli' değil ‘veli’ sorular" dedi.

Bu söz aklıma takıldı, düşündüm…

Deli ve veli, sadece birbiriyle kafiyeli iki sözcük mü, yoksa aralarında bir bağ var mı?

Evet var galiba…

Sizlere bu iki sözcüğün anlamlarını derinlemesine verecek değilim.

İşin bir uhrevi yönü var, onu din işleriyle ilgili ve bilgili olanlara bırakıyorum.

Toplumda olağan dışı durumlarda genellikle ‘deli’ ifadesi kullanılır. Ama; Delikanlı, deli kız, deli yürek, deli fişek gibi tabirlerimiz de var.

Bu sözcüklerin mantıksal örgüsünü değerlendirmek istiyorum.

Şöyle bir geçmişten günümüze kısa bir ufuk turu yapalım.

Bakalım olağan dışı, akıl almaz işler yapanlar deli mi, her fani gibi ölüp, unutulur mu, yoksa manevi olarak  yaşarlar mı?

***Doğu Kök Türk Kağan’ı Miladi  630 yılında Çin ordusuna esir düşer. Çinliler başsız kalan Türk Budununu, emri altına alıp asimile hareketlerine başlar.

KÜRŞAD; Çinli eşi tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Kök Türk Devleti Kağanı Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Diğer Türklerle beraber Çin’de esirdir.

Kürşad 39 arkadaşını ikna ederek, Çin sarayını basmaya, Kağanı esir alarak soydaşlarını kurtarmaya karar verir.

Evet koskoca Çin sarayını 40 kişiyle basacak ve kağanı esir alıp soydaşlarını kurtaracak…

Bu olayı düz mantıkla değerlendirebilir misiniz? Tabi ki hayır!

Girişimin sonu belki ölüm olacak ama, bu kutsal şahlanışın, hürriyet ateşinin de ilk kıvılcımları olacağını elbet de biliyorlardı. Nitekim oldu da… İşte Türk çocuğu:

Kürşad’nın narasıyla indik Tanrı Dağı’ndan

Ruhumuzu kandırdık Orhun’un kaynağından

Bu kaynaktan içenin bilekleri tunç olur

TÜRK’E KEFEN BİÇENİN ÖLÜMÜ KORKUNÇ OLUR, diyebiliyor.

Öyleyse Kürşatlar öldü mü?

***Fatih İstanbul’u kuşatıyor.

Surlara tırmanan askerler üzerine, yukarıdan yağmur gibi ok yağıyor. Yetmiyor kayalar yuvarlanıyor.

Buna rağmen Ulubatlı Hasan veya bazı tarihçilerin iddia ettiği gibi Balaban Çavuş, sancağı kale burcuna dikiyor.

Bu olağanüstü olayı savaşta bizzat bulunan Bizanslı tarihçi FRANCİS olduğu gibi anlatır.

Sancağı burçlara taşıyan asker, ucunda yüzde yüz ölüm olduğunu bildiği bir işlevi gerçekleştiriyor.

Peki, Ulubatlı Hasanlar öldü mü?

***1.Cihan Savaşı 28 Temmuz 1914’de başladı.

Osmanlı Devleti 29 Ekim 1914’de savaşa katıldı.

Çeşitli cephelerde savaşlar oldu.

1915 Çanakkale’de Türk ordusu destan yazdı ama…

Savaş bitti İtilaf Devletleri galip geldi.

30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi Agamemnon zıhlısında imzalandı.

10 Ağustos 1920’de başta İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan olmak üzere 15 ülke ve krallıkla Türk’ün ölüm fermanı olan Sevr Antlaşması yapıldı. İstanbul dahil  Anadolu baştan başa işgal edildi...

***Anadolu toprakları dışında da ‘yüreğimiz var’ Medine savunmasında Çöl Kaplanı Fahrettin Paşa…   Saraya rağmen, casus Lawrencelli İngiliz askerlerine; Mekke Emiri Şerif Hüseyin ve iki oğlunun güçlerine karşı 2 yıl 7 ay daha dayandı teslim olmadı. Kutsal emanetleri İstanbul’a ulaştırdı. O ilk defa askerlerine, bugün de kullandığımız  "MEHMETÇİK" (Peygamberin askerleri) adını veren komutandır.

***Evet Anadolu işgal altında.

Padişah ve Damat Ferit hükümeti pes etmiş.

Fakat pes etmeyen biri var. 19 Mayıs 1919‘da 9. Ordu müfettişi olarak Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal ‘Geldikleri gibi giderler’ diyor.

Tüm işgal kuvvetleriyle savaşacak.

Ordu yorgun, bitkin, mühimmat yok, salgın hastalıklar, kıtlık, yokluk…

Üstelik Şeyhülislam Dürrizade Abdullah’ın imzaladığı, Mustafa Sabri’nin bizzat hazırladığı fetvayı Padişah onaylıyor. İngiliz uçakları vasıtasıyla bütün Anadolu’ya dağıtılıyor. Özet,’Kuvay-i Milliciler'in katli vaciptir’.

Bazı akıllılar (!) ‘bu savaş kazanılmaz’ diye manda fikrini öne sürseler de,

Çanakkale’de TÜRK OCAKLI nesli…

Sakarya’da Harp Okulu öğrencileri…

Tıbbiyeli öğrenciler, Anadolu’da birçok lisenin öğrencileri, savaşa katılıyor, cephede şehit oluyor. O yıllarda birçok okul da mezun veremiyor.

Bu topyekün bir savaştır. Kadın, kız, yaşlı, genç… Fatma Bacı bebeği sırtında kağnı arabasıyla mermi taşır, Sivas’ta genç kız çeyizinden çıkardığı örtüyü Atatürk’ün masasına koyar, Karadeniz’den adamlarıyla Topal Osman Ağa  mücadeleye katılır. Havza’da  Ali Baba, otelini tahsis eder. Tokat’ta Rıfat Efendi konağını açar… Bunları saymakla bitmez… ZAFER KAZANILMIŞTIR… Çok akıllılara (!) rağmen...

Gelelim günümüze...

***Yine bazı çevrelerde Atatürk düşmanlığı depreşti…

Biz biliyoruz, bazıları Atatürk adını anmamak için epey çaba gösterdi…

Bazıları her 10 Kasım’da örtü döşek hasta oldu…

Bazı sahte tarihçiler, ’Keşke Yunan kazansaydı’ diyebildi. (İşin acı tarafı bu meczubu bazı üst düzey zevat ziyaret etti)

Bazıları da tarihi değiştiremeyince, okullarda tarih kitaplarını değiştirdiler…

Şimdi de TV’lerde bir kendini bilmezin zırvaları tartışılıyor. Yok Kemalizm, yok  Atatürkçülük, yok ezanın Türkçe okunması, yok harf inkılabı vs…

SON SÖZ:

***Be hey gafiller!

Ne yaparsanız yapın. Bu millet ATA’sını tanıyor ve seviyor...

Sizin gibi üç beş kendini bilmezin herzelerine ancak sizin gibiler inanır.

Bu akıl almaz işleri başaran, Kürşadlar, Fatihler, Ulubatlı Hasanlar, Fahrettin Paşalar, Gazi MUSTAFA  KEMAL  ATATÜRK'ler ve diğer kahramanlar öldüler mi, yoksa manevi olarak gönüllerde yaşıyorlar mı?

Öyleyse aklınızı başınıza devşirin…

NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE...