Ankara’nın Seçim Tarihine Giriş (I)

Ömer TÜRKOĞLU

Bir tarafta ülkenin yoğun gündemi tartışılır, bir sonuca varılmadan sık sık değişirken diğer taraftan da bazı mahfillerde şimdiden müstakbel yerel seçim sohbetleri başladı. Gerçi bu sohbetler henüz sokaktaki vatandaşı ilgilendirmese de beklentisi yüksek bazı kesimlerin hayli telaşla çalışmalara başladıkları görülüyor. Bizler ise cevap bekleyen yüzlerce soru ile çözülmeyi bekleyen bir o kadar sorunla yüreklerimizi karartmaya devam ediyoruz.

Bütün bu keşmekeş arasında -belki de- ümitli olmamızı, bir şeylerin değişebileceğini, değiştirebileceğimizi anımsatan en önemli olgu ise demokrasiye ve onun olmazsa olmazı olan seçimler ile seçim kültürümüz…

Biz de bu inançtan yola çıkarak Ankara’da seçimlerin dününe “medhal” olabilecek küçük bir tarihçeyi sizlerle paylaşalım istedik.

Cumhuriyetin ve demokrasinin temelini oluşturan yerel seçimler, Ankara ve Ankaralı için her zaman önemsenecek bir görev olmuştur. Bu bağlamda Ahilik geleneği ve örgütlenme tarzının Ankaralıların yurttaşlık genlerinde “demokrasi ve özgür iradeyi kullanabilme” bilinci oluşturduğunu söylemek abartı olmayacaktır. XIX. yüzyıldan günümüze değin Başkentteki seçimler incelendiğinde, demokrasi, örgütlenme ve özgür irade kullanımı konusunda ilginç ipuçlarına rastlamak mümkün olabilmektedir.

Bilmeyenler için hatırlatma yapmakta fayda var; Tanzimat'ın ilanı sonrasında taşradaki beledî ve adli bazı görevleri uhdesinde bulunduran Kadılık müessesesinin bu görevlerinden "mahalli ve müşterek mahiyette" olanları, 1877 tarihli "Vilâyât Belediye Kanunu"yla birlikte belediyelere devredilmişti. Gerçi bu tarihten çok önceleri, 1854 yılında İstanbul Şehremaneti kurulmuştu ama taşrada belediyelerin gerçek anlamda işlevsel olmaları ancak 1877 tarihli kanunla birlikte olmuştur.

Dönemin taşrasında belediye reisi, belediye meclis üyesi ya da genel idare meclisine aza olabilmek varlıklı eşraf ve güç sahipleri için çok önemliydi. Bu sayede söz konusu kişiler ayanlık döneminden beri süregelen güçlerini ve tabii itibarlarını devam ettirmiş oluyorlardı. Eşrafın kent yönetimdeki çeşitli kademelerde yer alma, söz sahibi olma çabası, onun değişen şartlarda gücünü, servetini ve varlığını arttırarak devam ettirebilmesi için gerekliydi. Zaten yürürlükte olan kanun da buna son derecede uygundu. 1877 tarihli kanunun 19. maddesine göre belediye meclis üyeliğine seçilecek olan şahıslarda aranan bir özellik de adayın emlaklerinden dolayı devlete yılda yüz kuruş vergi veriyor olması, yani diğer bir deyişle emlak, akar sahibi, zengin ve eşraftan olmasıydı. Diğer taraftan aynı kanunun 18. maddesi gereğince de seçimlerde oy kullanacak olanların keza devlete yılda elli kuruş vergi veriyor olmaları şartı vardı. Yani kenti yönetecek seçilenlerin de, onları seçenlerin de fukara değil, agniya (zengin) olmaları zorunluydu. Gerek söz konusu kanunun bahsedilen maddeleri ve gerekse kent eşrafının yönetimin belirli kademelerinde mevki sahibi olma arzuları, şimdi değineceğimiz Ankara örneğinde olduğu gibi birden bire güç ve iktidar kavgasına dönüşüveriyordu.

Şimdi 1886 yılının Ankara’sına gidelim.

O yıl Mart ayında Ankara'da belediye azalığı seçimi yapılacak, bu azalardan en çok oy alan ise belediye reisi olacaktı. Seçime ilgi yoğun olmasına rağmen ibre ağırlıklı olarak iki "fırka"dan yana duruyordu. Buradaki "fırka" sözcüğünün bugünkü anlamda parti veya siyasi örgütlenme olmadığını, sadece grup olarak algılanması gerektiğini belirterek devam edelim… Seçimin çekişmeli geçeceği her iki grup tarafından anlaşılınca bazı suiistimaller belirmeye başladı. İlk suiistimalin kahramanı, Ankaralı Cebel Ağası Zâde Sadullah Ağadır. 

Sadullah Ağa, kanuna mugayir olarak ve listelerde ismi olmadığı halde gizlice cami, kilise ve sinagoglara asılı olan seçmen listelerine ismini eklemişti! Henüz vali ve görevliler bu konuyu inceleyip işin aslını astarını anlamadan bu sefer de "İç Nahiye" olarak adlandırılan kent merkezinde, seçme yeterliliğine haiz birçok Ankaralının listelerde yer almadığı anlaşıldı. (Günümüze ne kadar çok benziyor değil mi?)

Usulsüzlükleri, yolsuzlukları inceleyen yetkililer, olan, biteni bir tarafa yüklemek yerine “seçmen belirlemeye esas olan geçmiş yıllara ait vergi defterlerinden, isimlerin yeni listelere aktarılması sırasında” yanlışlıklar yapıldığını açıkladılar. Ne var ki yanlışlıklar o kadar vahimdi ki, ölmüş olan iki seçmenin isimleri bile listelerde yer almaktaydı!

Artık iş ayyuka çıkmış, Ankaralı ise bütün bu olaylardan son derecece rahatsız olmuştur. Öyle ki, vali bile artık şikâyetlerin önünü alamaz bir hale gelmiştir.

Aslında valinin durumu gerçekten zordur. Zira merkezi yönetimin taşradaki en büyük temsilcisi ve mülki amiri olmasından dolayı hem gruplara eşit durmak ve hem de İstanbul'u “ürkütmemek” zorundadır. Bu yüzden bir formül arayışına girer. Vali Paşa aradığı formülü kısa zamanda da bulur: Ardı arkası kesilmeyen müştekilere asıl muhatabının valilik değil, belediye encümeni olduğunu, oraya güvenmeyenlerin ya da memnun olmayanların ise "vakt ü zamanında" mahkemelerde hakkını araması gerektiğini ifade eder! Vali, dilekçelere bu şekilde cevaplar verilmesini emrededursun, tepkiler artarak çoğalmaktadır. Geriye son bir çare kalmıştır, bu konu vilayet gazetesine taşınacak ve herkese bu şekilde cevap verilmiş olacaktır… Valinin ilanı Ankara'nın vilayet gazetesinde yayımlanır!

Ama sorun hâlâ ortalık yerde durmaktadır. Belediye reisi kim olacaktır? Hangi fırkanın adamı reis intihap edilecektir? Diğer taraftan herkesin bildiği bir gerçek de, iki fırka adayına verilen oyların birbirine çok yakın oranda çıkacak olmasıdır. Bu sebepten dolayı ve seçimler ne kadar nizami, ne kadar adil olursa olsun itirazlar çıkacak hatta bu itirazlar bir kargaşaya bile yol açabilecektir. Nitekim resmi açıklamalar yapılmadan gruplar kendilerini muzaffer ilan etmeye başlamışlardı bile… Bu da kentteki gerilimi azaltmak şöyle dursun, bir kat daha arttırmıştı.

Böylesine zor bir probleme valinin çözümü ise demokrasi tarihimizin "seçim krizlerine farklı çözüm yolları" bölümüne örnek teşkil edecek düzeydedir: En fazla oyu alan her iki "fırka"nın üyelerinden birini reis atamak yerine, söz konusu taraflardan olmayan ancak seçimi kazanan üçüncü bir şahsı reisliğe atamak!!

Ne var ki valinin bu cin fikirliliğinin tutmadığını, bir müddet sonra Şura-yı Devlet’in bu tasarrufu iptal ettiğini belirtelim…