1. YAZARLAR

  2. Murat YAZAN

  3. Suriyeliler ve bizler - Sosyolojik analiz
Murat YAZAN

Murat YAZAN

platform
Yazarın Tüm Yazıları >

Suriyeliler ve bizler - Sosyolojik analiz

A+A-

GENEL TANIM VE TÜRK TOPLUMUNUN KÜLTÜREL DİNAMİKLERİ

Türkiye göç olgusuyla uzun zamandır karşı karşıya. Geçmiş yıllarda ağırlıklı olarak balkan coğrafyasından göç alırken yakın zamanda doğudan; Pakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Afganistan ve özellikle Suriye’den önemli miktarda göç aldık. Balkanlardan aldığımız göç önemli toplumsal değişimlere neden olmadı, siyasilerce politika malzemesi yapılmadı. Ancak özellikle “Suriyeliler” gerek siyasi bağlamda gerekse toplumsal alanda gündemi yoğun olarak işgal ettiler. Uzun zamandır “bilimsel ve akademik” anlamda dahi uygarca tartışmalar yapamıyoruz. Toplum ortadan ikiye ayrılmış durumda. Yaşama ve olaylara illa bir “mavi köşe” ve “kırmızı köşeden” bakma alışkanlığı edindik, buna adeta zorlandık. Ülkemizin son 15-20 yılına damga vuran bu siyasi anlayış kendi taban ve seçmenini konsolide ederken muhalif taban ve seçmeni de konsolide etti. İki taraf tabiri uygunsa “safları sıklaştırdı” ve sağlıklı tartışma ortamı akademik anlamda bile yaşanamaz hale geldi. İki tarafın entelektüelleri, siyasetçileri, bilim insanları, iş insanları, medyaları ve hatta sanatçıları oluştu. Bu durum toplumsal olaylara gösterilen refleks ve tepkilere de yansıdı. Özellikle Suriyeliler bağlamında göçmenler bir taraf için “savaştan kaçan masum ve mağdurlar” olarak nitelenirken diğer taraf göçün emperyalist ülkeler tarafından “Türk toplumunun yapısının bozulması, hatta iç savaş çıkması için” planlanmış bir senaryonun parçası olarak tanımlandı. Bir kanal Aylan bebeğin hepimizin içini yakan fotoğrafını paylaşırken bir başka kanal Suriyeli işçinin Türk patronunu öldürüp parasını ve telefonunu çaldığı görüntüleri paylaşıyordu.

Siyaset toplumu etkilerken toplum da siyaseti etkiler. Kültür ise hem siyaseti hem de toplumu etkiler. Birçok alt başlığı olan çatı “kültür” kavramını tanımlamakla analize başlayabiliriz.

Kültür kuramcısı Raymond Williams “kültür nedir?” sorusuna yaklaşık 164 farklı tanımla cevap verildiğini ifade ediyor. Bana göre kültür hakkında en kapsayıcı tanım; “Bir toplumun ya da topluluğun ürettiği maddi manevi her şey”dir. Çağlar boyunca ürettiğiniz tüm araç gereçler (silah, çadır, eyer, ayakkabı, giysi vs. akla gelen her şey) ve tüm gelenekler ile söylenceler, davranış biçimleri, mitler, masallar, kurallar, değer tanımları ve hatta yalanlar içinde olduğunuz toplumun/topluluğun kültürünün parçasıdır. Göçmenlerle Türk toplumunun kültürel yakınlıkları olduğu gibi arada çok ciddi farklılıklar hatta karşıtlıklar bulunmaktadır. “Biz kimiz?” sorusunun yanıtlarını aramaya çıkalım.

1988 yılında Mümtaz Soysal, Açı köşesinde ve 'Binamaz' başlıklı yazısında Türklük bilincimizde oluşmuş tıkanıklığın açılması zamanının ya da Türklük bilincimize atılmış düğümün çözülmesi zamanının geldiğini ertelenmeyecek bir kaygıyla duyurmak istercesine şunları yazıyordu: “Galiba altı-yedi ay önceydi. Hindistan’ın başkenti Yeni Delhi’de üç Türk, “Asyalı” geçinmeye çalışıyorduk.

Aslında Asyalıydık da.

Asyalılar arası bir birlik kurmak için 1947 toplantısını düzenlemiş olanlar o olayın kırkıncı yıl dönümünü kutlayarak yeniden değerlendirmek için bir araya gelirken lütfedip bizi de çağırmışlardı ama ne derecede Asyalı sayılabileceğimiz en çok onlar için merak konusuydu. Avrupa Konseyi’nin, Kuzey Atlantik Paktı’nın üyesi, Avrupa Topluluğu’na tam üye olmak için başvurmuş bir Türkiye.

“Ama” diyorduk, “Orta Asya’dan gelen, vaktiyle Çinlilerle, Hintlilerle komşuluk etmiş, Müslüman bir halkın oturduğu Türkiye…”

Arada sırada, kimliğinin köklerini ararken ya da Batı’ya küstükçe Asyalılığını hatırlayan.

Yüzlerdeki soru işaretleri bir şekilde kaybolmalıydı.

Üç gün önce, bu kez farklı bir kompozisyonla, yine üç Türk, Hollanda’nın Lahey kentinde “Avrupalı” geçinmeye çalışıyorduk.

Kırım harbinin sonrasında, yani 1856’dan beri resmen Avrupalıydık da.

Avrupa’yı birleştirmek için 1948 toplantısını düzenlemiş olanlar o olayın kırkıncı yılını kutlayarak yeniden değerlendirmek için bir araya gelirken, lütfedip bizleri de çağırmışlardı ama iş ciddi bir birleşmeye gelince en çok tereddüt geçirenler de onlardı. Şimdi sayılarını on ikiye çıkartıp, yalnız ekonomik değil, düpedüz siyasal bir birleşmeye doğru yola koyulmuş olanlar, Türkiye’nin tam üyeliği söz konusu olduğunda kaşlarını kaldırıp hep birden mırın kırın etmekteydiler”(I) (Ergun – 2004)

Uzun yıllar farklı coğrafyalara yayılan devletler kurmuş bir toplumun doğal handikapı ya da zenginliğiyle karşı karşıyayız. Almanlar için Almanya’ya giden Türk işçiler Asyalı olarak görülürken, Libya ya da Yemen’e giden Türk mühendis ve işçiler Avrupalı olarak görülüyordu. Orta Asya’dan çıkılan yolda içinden geçilen Maveraünnehir İslam inancımızı şekillendirirken Abbasiler devlet anlayışımızı ve kimliğimizi yeniden sorgulatıyordu. Büyük Selçuklu Devleti ümmete aidiyetimizi arttırırken Anadolu Selçuklu Devleti milli duyguları tekrar yeşertmişti. Osmanlı Devleti ile yaşadığımız deneyim, özellikle Bizanslılarla olan ilişkiyle (savaşlar ve ticaret) devlet ve din anlayışımız yeniden şekillenecek, Ortodoks çizgiye yaklaşacaktık. Saydığım süreçler uzun yıllar içinde yumuşak geçişlerle yaşanırken Osmanlı Devleti’nin çökmesinden sonra kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün devrimleriyle yeniden şekillendi. Bu kez değişim yumuşak geçişle değil, adının hakkını veren “devrim” le olmuştu.

“Türk toplumu, cumhuriyetin kurulması ile ulusal kimlik olgusunu ön plana almış, yasalarla, uygulamalarla ve tarihsel deneyimlerle “Kurucu Kültür” şemsiyesi altında tüm etnik grupları bir ortak paydada buluşturmanın sistematiğini kurmuştur. Kemalist sistem, Osmanlı’nın çok kültürlü toplum modelini “ulus devlet” inşasında devreden çıkararak üniter bir yapıya dönüştürmüştür. Böylece cumhuriyet, çatısı altında yaşayan tüm yan grupları (sub-division) Türklük şemsiyesi altında bütünleştirmeye çalışmıştır. Bunun için de Türklük –istatistiksel deyimi ile- normal bir çan eğrisi gibi, tüm yan grupları kuşatacak bir biçimde düşünülmüş ve ulus devlet bu anlayışa göre yeniden inşa edilmişti. Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözü bu oluşumun en kapsamlı şekilde ifadesidir. Bu tür bir oluşum, Osmanlı’nın izlediği “Hanedan-ı Hümayun veya Patrimonial model”e bir tepkidir.”(II) (Türkdoğan – 2011)

Her devrimin muhalifleri olmuştur ve olmaya devam edecektir. Büyük değişimler sancısız yaşanmaz.

“Cumhuriyet kurulmuştur ama Osmanlı’dan miras kalan yapısal kurumsal çelişkiler, Cumhuriyet döneminde de sürmekte, su yüzüne çıkmaktadır. Bu bölümde ele alınacak temel soru ya da sorunlar işte bu sosyal-kültürel çelişkilerdir. Başka bir deyişle, temel sorun; “Türk Devrimi”nin aradığı kimliktir. Müslüman çoğunluk, milletin egemenliği ile devletin laikliğini kabul etmiş ya da edebilecek midir? Temel güçlük, yeni Türk İnsanını yaratmak kararını veren devrimci önderin, yeni Türk İnsanını yetiştirmek üzere çağdaş bir kültür yaratmaya girişmesi; bu ülküsünü, çağdaş Batı örneklerinden esinlenerek, din veya kan birliği üzerinden değil de, dil-kültür birliği ile tarih bilinci üzerinde gerçekleştirmek istemesinden kaynaklanıyordu. “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültür olacaktır” ama geleneksel İslam kültürü değil, çağdaş/laik Türk kültürü olacaktır. Büyük Britanya Başbakanı Lloyd George (1920 Londra Konferansında) “Türklerin değişebileceğine inanmanın fazlaca iyimserlik olacağını” dünyaya ilan ederken, Mustafa Kemal milletine güveniyor; Türklerin yalnız değişebileceğini değil, “Değişen zamanlarla birlikte, milletin de zaten değişmiş olduğunu” savunuyordu. Gelişmeler, Mustafa Kemal’i doğruladı. Sorun, Türklerin değişip değişemeyeceği değil, uygar dünyanın üç-beş yüzyılda gelmiş olduğu çağdaşlık düzeyine iki-üç kuşakta nasıl varılacağında toplanıyordu. Aşılacak yol uzun, çetin görünmekle birlikte denemeye değerdi. Görünürde başka bir seçenek yoktu.” (III) (Güvenç – 1993) 

Devrim sürecinin bir tercih değil, zorunluluk olduğunu sadece Güvenç ifade etmez.

“Din devleti görüşüne karşı ulus devleti görüşünün zaferi, çağdaşlaşma yolunda belli bir doğrultuda birbiri arkasından gelecek bir dizi reformun kapısını açmış oluyordu. Bunların başlıcaları; hukuk, yazı, eğitim, dil ve genel olarak yaşam ve kültür alanındaki değişimler olmuştur. Bunlar yeni perspektif içinde Cumhuriyet devrimleri olarak tanımlanırlar; çünkü onlara hala karşı olanlar bulunduğu halde koşullar bu değişikliklere girişilmesini adeta kendiliklerinden zorlar ve bir önderin kılavuzluğunun rotasını izlerler. Bu rotanın belirlenmesinin ne denli güçlükler içinde geçtiğini gördük.” (IV) ( Berkes – 2002)   

Özellikle yasalar, devlet kurumlarının yeniden şekillenmesi ve daha işlevsel hale getirilmesi ile kullanılacak alfabe hakkındaki tartışmalar Cumhuriyetin kurulmasıyla başlamadı. Bu devrimlerin arka planı Osmanlı’ya kadar uzanıyordu.

“1928 Türkiye’sinde Arap harflerine muhalif, kökü 19. yüzyılın ilk yarısına kadar uzanan edebi ve fikri bir akım vardı. Arap harflerinin yerine Türk dili için en uygun alfabenin hangisi olacağı sorusu ise, Latin harflerinin kabulü ile çözülmüştür. Bu da harf devrimini olanaklı kılan ikinci noktadır. Alfabe tarihine baktığımızda Latin harfleri, yazının gelişiminin doruk noktası olarak karşımıza çıkar. Fonetik bakımından en gelişmiş alfabe olduğundan, seslilerin (vokal) önemli olduğu Türk dili için, Latin alfabesi en uygun görülmüştür. Bunu yazının gelişim tarihinde saptamak mümkündür.” (V) (Ortaylı – 2015)

1850’lerde tartışmaya açılan harf devriminin gerçekleşmek için neden yaklaşık 80 yıl beklendiğinin, kimlerin direnç gösterdiğinin yanıtını üstat Şerif Mardin verir…

“Genellikle münevverlerin büyük bir kısmı hükümet mevkilerini ellerinde tutuyorlardı. Böylece iletişimin stratejik hatları hükümet mekanizmasında toplandı ve bütün pratik amaçlarına rağmen “iletişim” devlet memurlarının kendi edebi ürünleriyle birbirlerini memnun etmek imkânı ve idari ve adli bilgi akışını devam ettirmek anlamına geldi.” (VI) (Mardin – 1991)

Alfabe değişimine saraya yakın olanların, bürokraside önemli yerlere sahip olanların (bazı tarikat şeyhleri dâhil olmak üzere) karşı çıktıkları kaynaklarda sabittir. Değişimlerin önünü tıkamaya çalışanlar da makam sahipleri olduğu tarihsel bir gerçekliktir. Bazıları imtiyazlarını yitirmeye yanaşmazlar.

Toplumsal kimliğimizin dinamikleri, değişim ve dönüşüm süreçleri hakkında yeterli bilgileri paylaştığımı düşünüyorum. Ülkeleri yerine ülkemizi tercih edenlerin ya da ülkemizi Avrupa’ya geçmek için “atlama taşı” olarak kullanmak isteyenlere dair bir tespit ya da tanım yapmaya ihtiyacımız var. Ülkemize gelen insanların önemli ortak noktaları var. Kafkas coğrafyasından gelen göçmenler Sovyetler Birliği döneminde ağır baskıya maruz kaldılar. Pakistan’dan gelenler dinsel nedenler ve emperyalist ülkelerin “denge” kaygılarıyla ikiye bölünmüş (Hindistan – Pakistan) bir ülkenin vatandaşları. Suriye’nin demografik yapısı birçok inanç ve aidiyeti barındırıyor. Ortak noktaları kaosa sokulup kimlikleri unutturulmuş ya da unutturulmaya çalışılmış toplumlar olmaları.

Ortadoğu üzerine yapılan yorumlarda sadece iki ülkenin kolayca teslim alınamayacağı, yıkılmayacağından söz edilir. Biri İran, diğeri Türkiye’dir. Ortak noktaları da diğerlerinin tersine köklü devlet gelenekleridir. Suriye, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerinin sınırları İngilizlerce cetvelle çizilmiş olup devlet değil, aşiret ve soy topluluklarıdır ve monarşi ya da yarı monarşiyle yönetilirler. Tam da bu noktada sorgulanması gereken şey kendilerini neye veya kime ait hissettikleri, hatta bir aidiyet duygularının olup olmadığı. Bundan sonra okuyacağınız her şeyin üzerine düşünürken “aidiyet” duygusunun öneminin zihninizin bir kenarında bulunmasını öneririm.

Yukarıda “kolayca teslim alınamayan İran ve Türkiye ”den söz ederken aslında iki toplumun ortak noktasının altını çizmiştim. Bu iki toplumun kurduğu devletlerin tarihte sadece adları değişmiştir. İran Pers ve Fars olarak anılırken Türk Devletleri’nin sayısı oldukça fazladır. İki toplumun tarihi bağımsızlığını koruma, kaybedince de yeniden kazanma mücadelesi çevresinde döner. Aidiyetin temelinde yatan da bu mücadele anlayışı ve anılarıdır. Her iki ülkenin ailelerinde mutlaka şehit ve gaziler vardır ve bu anılar insanları o devlete ve topraklarına bağlayan “çapa” işlevini üstlenir.   

GÖÇÜN NEDENLERİ VE İŞLEVİ

Altını net olarak çizmek gerekir ki, kimse refah ve huzur içinde yaşadığı toprakları terk etmez. Tüm göçlerin ardında yatan temel neden “daha iyi bir hayat” arzusudur.

“GÖÇ: Toplumsal yaşamda göçlerin temel nedeni ekonomiktir. İnsanlar açlık, susuzluk, ya da genel olarak yaşama olanaklarının yetersizliği yüzünden göç ederler. Tarihsel süreçte bu nedenlerle yapılan ulusça ülke değiştirmeler de vardır ki bunlar “toptan göç” (Os: Hicret, Fr: Exode) denir. Amerikan toplumbilimcisi Pitirim Sorokin geliştirmeye çalıştığı besin toplumbiliminde göçlerin nedenini açlığa bağlamıştır. Sorokin’e göre göçler kıtlık yerlerden bolluk yerlere doğru olmuş, tok toplumları aç toplumlar kaplamış ve dirençle karşılaştıklarında da savaş baş göstermiştir. (Murat Yazan’ın notu: Altı çizili ifadeler ileride yorum için kullanılacaktır.)” (VII) (Hançerlioğlu – 1986)

Sorokin’in tanımı savaş ya da terör nedeniyle yaşamı tehlike altında olanları değil, daha konforlu bir yaşam için ülkelerini terk edenleri kapsıyor. Savaş ya da terör yüzünden yaşamın tehdit altında olması göçü hızlandıran ve düzensizleştiren faktörlerdir. Balkan Savaşı sürecinde o coğrafyada yaşayan Türk unsurların göçleri yakın tarihimizde yaşadığımız acılı anılardır. Balkanlardan göçün tanıklarının anlatımı durumu daha anlaşılır hale getiriyor; “Sabah katledileceğimizi bildiğimiz için gece yarısı yola çıktık. Sabah evde olmadığımız anlaşılmasın diye iplere asılı çamaşırları toplayıp yanımıza almadık. Bu sayede takip edilmemek için zaman kazandık. Bizim küçük oğlan yandaki Sırp komşumuzun astığı çamaşırlara çamur sürmüş, yolda anlattı. Yol boyunca ödümüz koptu peşimize düşecekler diye…”

Can güvenliği kaygısı göçü zorunlu ve düzensiz hale getiriyor.

Göç edenlerin niteliği, sorunları ve kültürleri kadar, göç edilen ülkenin kültürü, alışkanlıkları ve politikaları da önemli bir belirleyici unsur.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkesini yeniden inşa etmeye çalışan Almanya özellikle Türkiye, Yunanistan ve İtalya’dan işçi talebinde bulundu. Bu “düzenli bir göçtü” (sayıları, kimlik bilgileri, nerelerde istihdam edilecekleri ve nerede barınacakları belirlenmiş insanların göçü) ve göçmenler sadece sağlık kontrolünden geçirilerek Almanya’ya kabul edildi. Bu göç yukarıda okuduğunuz Sorokin’in tanımıyla uyuşmaktadır. Yoksulluk çeken ya da daha iyi bir hayatı hedefleyen insanlar Almanya’ya göç ettiler. Aralarından bazıları kazandıkları parayı tasarruf edip ailelerini de Türkiye’den getirdiler. Ücretleri ve yaşam şartları Alman vatandaşlarının altında oldu. Daha önemlisi, geçmişte etnosentrik ve ırkçı yaklaşımı yüzünden dünya savaşı çıkmasına neden olan bir ülkenin toplumu içinde yaşamak zorundaydılar. Ayrıcalıklı ırk olduğuna inanan, Adolf Hitler’i doğuran ve onu devletin başına geçiren toplumun içinde savaşta yaşanan yenilginin ardından halen Hitler düşüncesi peşinden gidenler vardı ve azımsanmayacak sayıdaydılar.

“Irkların karışıp bulaştığı bir devirde, kendi ırkının en iyi unsurlarını muhafaza işine kıskançlıkla önem veren bir devlet, bir gün dünyanın hâkimi olacaktır.” (VIII) (Hitler – 1975)

Alman toplumu içinde “Stalingrad’a kışın değil de yazın saldırsaydık mutlak zafer kazanırdık” diyen ve gizliden gizliye Ari ırk teorisine inanan ciddi bir topluluk vardı. Alman devletinin politikası gelen göçmenleri Alman toplumu içinde eritmek ve asimile etmek üzerine kuruluydu. Bu devlet politikası, “durumdan vazife çıkaran”  ırkçı toplulukları cesaretlendirdi. Almanya’ya giden ilk kuşak asimile olmayı reddediyor, Türk mahallelerinde kendi iç gruplarıyla ilişki kurmayı tercih ediyorlardı. En zor şartlarda çalışıyor, en düşük ücretleri alıyorlardı. Günther Walraff “En Alttakiler” kitabını yazdığında Alman toplumunun bir kısmının konuya ilgisi arttı. Ancak beraberinde Türk işçilere ve ailelerine organize suçlar işlenmeye başlandı. Sokak kavgaları ve adi suçlar yerini planlanmış katliamlara bıraktı. Solingen katliamı bunun en bilinen örneklerinden biridir. 28 Mayıs 1993 tarihinde Genç ailesinin oturduğu ev dört Neo-Nazi tarafından kundaklandı. Genç ailesinin üyeleri Gürsün İnce (28), Hatice (19), Hülya (9), Saime Genç (5) ve Gülistan Öztürk (12) hayatlarını yitirdiler. On dört kişi de yaralandı.  

Bugün Almanya’da ilk giden göçmen işçilerin torunlarının çocukları yaşıyorlar. Alman hükümeti çifte vatandaşlığı reddetme yoluna giderek yıllar içinde dönüştürdüğü/asimile ettiği Türklere pasaport ve kimlik zorunluluğu dayatmış halde. Torun çocuklarının çoğu Alman vatandaşı olmayı tercih ettiler ve Türkiye pasaportu pek rağbet görmedi.

Göçmenlerin baskı görmeden, rahatça yaşayacakları ülkelerin başında Türkiye gelir. Tarihi boyunca göç almakta sıkıntı yaşamamıştır. Kırım göçleri, Balkan savaşı göçleri, Bulgar mezaliminden kaçışlar, Yugoslavya’nın dağılmasından sonra Boşnak, Makedon, Kosovalı ve Arnavut göçleri…

Bu göçlerin sonucunda önemli sorunlar yaşanmadı. Göç edenlerin önemli kısmı kendilerinden önce bu topraklara göç edenlerin yanına yerleştiler. Yakını olmayanlar için çeşitli şehirlerde göçmen konutları üretildi. “Bitişik nizamda” inşa edilen konutlar farkında olmadan “Sovyet Komünist” sisteminin ürettiği evleri andırıyordu ve bu halleriyle “yabancılaşmanın” önüne geçiyorlardı. Düne kadar Doğu bloku yaşam tarzına sahip olanlara o tarzın konaklama alışkanlıkları yeniden sunuluyor, yanına da akrabalar ve farklı bir üretim ilişkileri ağı ekleniyordu. Toplumla entegrasyon kendiliğinden gerçekleşmişti.

Almanya örneğinde gördüğümüz yabancı düşmanlığı örneğine ülkemizde pek rastlanmaz. En koyu Türk milliyetçileri bile ülkemize göç edenlere saldırmak üzere çete kurup organize olmazlar. Nedensiz bireysel saldırılara da rastlanmaz. Bunun kökeninde özellikle Osmanlı döneminde yaşanan federatif yaklaşım yatar. Aldığı ülkelerdeki insanları bile asimile etmeye çalışmayan Osmanlı, “tebaasının”  dinsel ve etnik kimliklerine karışmadı, ibadetlerini diledikleri gibi yapmalarına izin verdi.

Peki, ne oldu da bugün başta Suriyeliler olmak üzere göçmenlere tepki gösteriliyor?

SİYASİ NEDENLERİN TOPLUMDAKİ ALGISI

Başta da ifade ettiğim gibi, ülkede bir süredir oy uğruna herkesi geren siyasi iklim toplumu iki ayrı kutupta karşı karşıya getirdi. Kamplaşma yaşamın neredeyse her alanına yayıldı. Bazı futbol kulüpleri iktidarın, bazıları muhalefetin yanında tanımlandı. Başbakan açılışına gittiği stadyumda yuhalandı. Gezi olaylarında hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz anısına tribünler beste yaptılar. Bazı gıda markaları iktidara yakın oldukları düşüncesiyle “karşı tarafça” boykot edildi, ürünleri alınmadı. Medya organları hızlı bir el değişimi trafiği yaşadı, özellikle görsel medyada “sizden ve bizden” ayrımı gerek yayın içerikleri gerekse tartışma programlarının katılımcıları ve mesajlarıyla “savundukları tarafa hizmet etmeye” giriştiler. Her iki taraf için de objektif habercilik büyük yara aldı. Suriyelilere yapılan ayni ve nakdi yardımlar ekonominin yolunda gitmediği süreçte “Biz burada açken devlet Suriyelilere yardım ediyor” algısı yarattı. Bu durum genel ve yerel seçim söylemlerine yansıdı. Özellikle yerel seçimlerde bir tarafın adayları “göreve geldiğimizde Suriyeliler'e yapılan yardımları keseceğiz” derlerken karşı tarafın adayları yardımların devam edeceğini ifade ettiler. Kazanan adaylar Ve genelde yardımları keseceğini söyleyen adaylar seçimlerden galip çıktılar. Suriyeliler “iktidar partisi”nin savunduğu bir topluluk olarak kabul edildi.

GÖÇMENLER VE SUÇ ALGISI

Özellikle muhalefet medyasında yayınlanan sarkıntılık, tecavüz, cinayet ve hırsızlık vakaları gelen Suriyelilerin birer suç makinası olduğu algısının oluşmasına katkı sağladı. TÜİK verileri bunu desteklemiyor. Suriyelilerin suça karışma oranı bu verilere göre yüzde 1.3…  Bunların bir kısmı da kendi içlerinde işlenen suçlar. Buradan baktığımızda “suç makinası” tanımı Suriyeliler'e oturmuyor.

GÖÇMENLERİN KAYIRILDIĞI ALGISI

Halkın önemli bir kısmı Suriyeliler'e harcanan paraların kendi vergilerinden ödendiğini, dolayısıyla bu noktada bir adaletsizlik olduğunu ifade ediyorlar. “Madem para dağıtılacak, bu ülkenin kendi fakirleri var. Onlara verilsin.” diyenler çoğunlukta. Bizzat Cumhurbaşkanı 40 milyar liralık bir harcama yapıldığını ifade ediyor. Ancak bu harcamaların içeriğine erişmek kolay değil. Bu rakamlar ayni olarak mı, nakdi olarak mı yapıldı? Harcanan bu para göçmen kamplarının oluşturulması ve yaşamsal gereklilikler (aşevi ve hizmet bedeli) olarak mı yapıldı? Bu rakamlara sağlık hizmetlerinin önemli bir dönem göçmenler için ücretsiz olması dâhil mi? Belediyelerin yardımları bu rakama dahil mi? Sadece bu belirsizlik bile insanların kuşku duymaları için yeterli. Ortada ne net bir rakam ne de harcama kalemleri var. Bu da halkın kuşkularının artmasına neden oluyor.

GÖÇMENLERİN İŞ HAYATINA ETKİSİNİN TOPLUM ALGISINDAKİ YERİ

Göçmen erkeklerin önemli kısmı meslek sahibi. Göçmen kadınların önemli kısmı ev hanımı. Erkeklerin meslekleri esnaflık zanaat alanında yoğunlaşıyor. Ağırlıklı olarak mavi yakalı olduklarını ifade edebiliriz. Beyaz yakalılar Avrupa ülkelerine, ABD ve Kanada’ya gitmeyi tercih etse de bazıları İstanbul, Ankara gibi şehirlerde yaşıyorlar.

Özellikle mavi yakalıların Türkler'den daha düşük ücretlerde çalışmayı kabul ettiklerini, vasıfsız olanlarının sigorta yapılmadan kaçak çalışmayı kabul ettikleri ve asgari ücretin altında kaçak çalıştıklarını biliyoruz. İşverenler açısından baktığımızda ucuz ve yetkin iş gücünü istihdam etmek avantaj yaratıyor gibi görünüyor. Ancak göçmenlerin ortak noktalarından biri “iş sadakati” konusunda zaafa sahip olmaları. Düşük ücretler karşılığı sigortasız çalışan insanlar biraz daha fazla ücret teklif edildiğinde işlerini “o gün” bırakıp sabah başka bir yerde çalışmaya başlayabiliyorlar. Kaçak çalıştırıldıkları için hiçbir yasa işvereni korumuyor. İşveren sabah dükkânı açacak eleman bulamayabiliyor. Türk çalışanlar da bu durumdan mağdurlar. Bazıları çalıştıkları işlerinden “daha ucuza ve sigortasız çalıştırılacak göçmenler” olduğu için çıkarıldılar. Dolayısıyla göçmenleri “sarı işçi” olarak gören ve buna tepki gösteren yoğun bir kitle var.

Bugün göçmenler tarafından kurulan birçok şirket var ve kendi vatandaşlarını çalıştırmayı tercih ediyorlar.

GÖÇMENLERLE DÖNÜŞEN BESLENME ALIŞKANLIKLARI

Özellikle Suriyeliler'le birçok ortak yemeğimiz var. Kebaplar, mezeler ve tatlıların çoğu benzer. Özellikle Hatay mutfağıyla çok benzeşiyor. Başta Humus ve türevleri olmak üzere bazı yemeklerimiz ve mezelerimiz Suriye kökenli. Yiyecekler benzeşiyor ancak bazı oranlarda farklılıklar var. Suriyeliler yemekleri daha “yağlı” tercih ediyorlar. Tatlılar da daha şerbetli tercih ediliyor. Özellikle İstiklal Caddesi ve benzeri sosyalleşme ve tüketim mekânlarındaki restoranlar mutfaklarını Türk müşterilerden ziyade Suriyeli müşteri alışkanlıklarına göre düzenlemiş haldeler. Buralara ilk kez giden çoğu Türk bir daha uğramıyor. Yiyecekler benzer olsa da yağ ve şeker oranları çok farklı.

Bu tür yiyecekleri yapan restoranlar fiyat tarifesini de yükselttiler. Dolayısıyla Türklerin buraları tercih etmeme nedenlerinden biri de fiyatların yüksekliği.

GÖÇMENLERİN GİYİM VE DIŞ GÖRÜNÜŞE ETKİLERİ

Göçmenler gerek erkekler gerekse kadınların kozmetik ve giyim alışkanlıklarını etkiledi. Erkeklerde etki özellikle saçlarda ve sakallarda görünüyor. Sakallar uzun ve gür (bazen çeşitli ilaçlar kullanılarak) bırakılırken saçlar yanlardan alınarak orta kısım yukarı taranıyor.

Kadınlarda özellikle makyaj alışkanlıklarında değişiklikler oldu. Arap yarımadasına has koyu göz makyajı Türk kadınları arasında yaygınlaştı. Belirgin kaşlar ve koyu sürme de dikkat çekici oranda yaygınlaştı. Tesettür anlayışında önemli farklılıklar var. Tesettürlü Türk kadınları vücut hatlarını belli etmeyen kıyafetleri tercih ederken özellikle genç göçmen kadınların bir kısmı dar kıyafetleri tercih ediyorlar.

GÖÇMENLERİN AİLE YAPISI İLE TÜRK AİLE YAPISI ARASINDAKİ FARKLILIK VE BENZERLİKLER

Göçmenlerin aile yapıları “kalabalık ve geniş aile” tanımına uyuyor. Anne baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aileye ender rastlanıyor. Büyük evler tutarak kalabalık yaşamayı tercih ediyorlar. Biz Batı ile ilişkilerimizle çekirdek aileyi benimsemişken, göçmenler geleneklerini burada sürdürmeyi tercih ediyorlar.

Karşılıklı olarak ciddi bir etkileşim söz konusu. Biraz da bu etkileşim üzerine eğilmek gerekiyor.

UYUM VE ENTEGRASYON SÜRECİ

Yukarıda belirttiğim üzere, Türk toplumu kökenlerinden itibaren asimilasyon politikalarından uzak kalmayı tercih etti. Kurulan birçok devlet de çeşitlilikleri zenginlik olarak kabul etti. Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus devlet” olarak kurulması “bürokrasi ve devlet yaklaşımı” alanında hoşgörüyü daraltıyormuş gibi görünmekle birlikte bunun toplumsal net bir karşılığı yok. Bunun yarar mı yoksa zarar mı getirdiği tartışmaya açık. Bu noktada karşılıklı gelişim ve dönüşüm konusunda kavramlar üzerinden gitmek yararlı olacaktır.

Birkaç dakikalığına kendinizi Türk değil de Suriyeli olarak düşünün. Ya da yabancı bir ülkeye topluca göç eden (belki eski Almanya) Türk topluluğun bir üyesi olduğunuzu…

“Dış göçler, temsil edildikleri yabancı ülkelerde göçmenlerin sahip oldukları etnisite duygusunun ısınmasına neden olmuştur. Özellikle yabancı ülkelerde dışlanmaları, marjinal alanlara itilmeleri bu örtülü bilinç-altı duyguların törpülenmesine ve yeni kognisyonlar kazanmalarına yol açmaktadır. Böylece, siyasal ve kültürel bilinçlenme kimlik arama süreci içinde başlıca motivasyon olarak kabul edilmelidir.”(IX) (Türkdoğan – 1999)

Çeşitli nedenlerle ülkenizi terk ettiniz, yakınlarınızdan, tanıdıklarınızdan, yaşam alışkanlıklarınızdan vazgeçtiniz ve başka bir ülkede yeni bir yaşam kurmaya geldiniz. Kendinizi ve tüm ailenizin kimliğini yeniden tanımlamak zorundasınız. İçine girdiğiniz yeni toplumla din birliğiniz var ancak ciddi kültürel farklılıklar da söz konusu. Doğal olarak temel refleksleriniz kültürünüzü korumak, kendi vatandaşlarınızla bir arada yaşamak, aynı iş yerlerinde çalışmak.

Gerek ikamet alanlarında gerekse iş alanlarında “gettolaşma” devletin önüne geçmesi gereken sorunlu alanlardır. Gettolar entegrasyonu geciktirdiği gibi mikro suç örgütlerinin doğması ve güçlenip etkili olması için uygun ortamı yaratır.  Bunun örneği Almanya’ya işçi göçlerinde yaşanmış, Türkler yerleşmek için birbirlerine yakın yerleri, mümkünse aynı mahalle ve sokakları tercih etmişlerdi. Geleneklerini ve kültürlerini korumaya çalışan Türk topluluk bunda bir süre başarılı olsa da 3. kuşakla birlikte “kendisini Türk olarak değil, Alman olarak tanımlayan” insanların sayısı arttı. Bunda Almanya devletinin sert entegrasyon politika ve uygulamaları etkili oldu. Ülkemizde entegrasyon politikalarının Almanya kadar sert olmadığını düşünecek olursak, “kendisini Türk hissedecek” göçmen kuşaklarının 4, hatta 5. kuşakla başlayacağını öngörebiliriz. Sosyolojinin topluluklar bir araya geldiğinde kültürel alışverişine dair iki temel tanımı var. Almanya ve Türk göçmenler özelinde baktığımızda Almanya’nın katı entegrasyon politikaları nedeniyle Türklerin “kültürlendiği”ni görürüz.  Önce Türk kültürüyle Almanya kültürünü melezlediler, gelen her yeni kuşak Alman kültürüne biraz daha yakınlaştı, kendini o kültüre ait hissetti. Türk toplumu ve Suriyeliler özelinde durum daha farklı. Bu noktada “kültürlenme”den değil, “kültürleşme”den söz etmek gerekiyor. Kültürleşme TDK Büyük Sözlüğü’nde; İng. acculturation Bir kültürün ya da bir kültür öğesinin başka bir kültüre girmesi sonucu her ikisinin de değişmeye uğraması süreci. BSTS / Budunbilim Terimleri Sözlüğü 1973”(X)  olarak tanımlanıyor. Yani onlar bizden kültürel bazı öğeler alırken, biz de onlardan alıyoruz.

Anket çalışmasında toplumumuzun özellikle Suriyeli göçmenlere sıcak bakmadığını görmüş olduk.   Bu konuda bir tepki göstermek gerekirse tepkinin odağında asla göçmenler olmamalı. Göçmenlerin kayıtlarının sağlıklı tutulmamasının, gelen herkesin ülkeye “buyur edilmesinin”, göçmen kabulünde hiçbir filtrenin (sabıka durumları, eğitim durumları, sosyoekonomik durumları) uygulanmamasının, Türk toplumunda “biz açken devlet bunlara para harcıyor” algısının yaratılmasının ya da bu algının önüne geçilememesinin sorumlusu devleti yönetenlerdir. ABD kapılarını bizim Suriyelilere açtığımız gibi Meksikalılara açsa şüphe yok ki Meksika nüfusunun büyük kısmı ABD’ye göç ederdi. Oysa ABD değil böyle bir politika uygulamak, sınıra ördüğü duvarla Meksikalılar'ın girişlerini engelliyor. Batı ve ABD iki temel nedenle göç kabul eder. “Batı bilimsel araştırma ve teknolojik buluş alanında hala liderliği elinde tutuyordu. Düşük doğum oranları, bu oranları arttırma çabaları genellikle nüfus artışını azaltma çabaları kadar başarılı olamayan hükümetler tarafından düzeltilemeyecek gibiydi. Ama göç, iki koşulun sağlanması şartıyla, potansiyel bir yeni güç ve insan sermayesi kaynağıydı: İlk olarak, göç alan ülkenin ihtiyaç duyduğu yetenekli ve konusunda uzman olan becerikli, vasıflı, enerjik insanlara öncelik verilmesi şartıyla; ikinci olarak da, yeni göçmenler ve çocukları, göç alan ülkenin ve Batı’nın kültürlerine asimile edilebilmesi şartıyla. ABD muhtemelen birinci koşulu karşılamada güçlükler yaşıyordu; Avrupa ülkelerinin sorunu ise ikinci koşulun karşılanmasına dayanıyordu. Yine de, göçmenlerin düzeyleri, kaynakları, tipik özellikleri ve asimilasyonlarını düzenleme politikasının hazırlanması, Batılı hükümetlerin deneyimi ve yetkinliği kapsamında başarılı olmuştur.” (XI) (Huntington – 2008)

Bizim özellikle Suriyelilerin göçü hakkında bir politikamız, filtremiz ve kabul amacımızın olmadığı ortada. Halen “kervan yolda düzülür” mantığıyla yönetilen bir devlette yaşıyoruz. Nüfusumuzu güçlendireceksek, asimilasyon olmasa da kararlı entegrasyon politika ve uygulamalarımızın olması gerekiyor. Yok… İnsan sermayesi ve vasfı önceliyorsak, eğitim ve sosyoekonomik, sosyokültürel bir filtre uygulamamız gerekir. O da yok...

Olan tek şey plansız, programsız, kayıtsız bir kabul ve iki toplumun birbirlerine reaksiyonları. Tek umudum yaşananlardan ders alınması ve yeni göç dalgalarında hataların tekrarlanmaması.

 -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(I): Türk Bireyi Kuramına Giriş, Doğan Ergun, İmge Kitabevi 2004, s. 17-18      

(II): Türk Toplumunun Kültürel Dinamikleri, Prof.. Dr. Orhan Türkdoğan, Kumsaati Yayınları 2011, s. 19

(III): Türk Kimliği, Bozkurt Güvenç, Kültür Bakanlığı Yayınları 1993, s. 229

(IV): Türkiye’de Çağdaşlaşma, Niyazi Berkes, Yapı Kredi Yayınları 2002, s. 521

(V): Batılılaşma Yolunda, İlber Ortaylı, İnkılap Kitabevi 2015, s. 164

(VI): Türk Modernleşmesi, Şerif Mardin, İletişim Yayınları 1991, s. 146

(VII): Toplumbilim Sözlüğü, Orhan Hançerlioğlu, Remzi Kitabevi 1986, s. 158

(VIII): Kavgam – Adolf Hitler, Yağmur Yayınları 1975, s. 699

(IX): Etnik Sosyoloji, Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Timaş Yayınları 1999, s. 18-19

(X): http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5d80eeb81b1280.42323526 (Eylül 2019)

(XI): Medeniyetler Çatışması, Samuel Huntington, Okuyan Us Yayın 2008, s. 456

 

Önceki ve Sonraki Yazılar

YAZIYA YORUM KAT

UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.